mor çatı (iclal aydın'ın 16 kasım 2010 tarihli köşesinde yayınlanan...)

Kadınlar yıllardır şiddet görüyorlar! Evet, birdenbire girdim konuya, birçok kadının aniden suratına yediği tokat gibi gelebilir ilk cümlem. Olsun varsın. Farkına varmanız, ciddiye almanız için gereken neyse o yapılmalı çünkü!

Uzun süredir orası burası morarmış halde işe gelen arkadaşınızın sakar olduğuna inanmakla üstesinden gelemeyiz bu sorunun çünkü!

Mor Çatı 20 yıldır şiddet gören kadınların farkına varmamızı sağlamaya çalışıyor.

20 yıldır şiddet görenlerin sığınabileceği çatılar kurmaya ve o çatılar altında bizim suratını kapıya çarptığını söylediğinde inandığımız kadınları onarmaya çalışıyor. Desteğe ihtiyaçları var. Şiddet gören kadınların da Mor Çatı’nın da... Ama yine de kadınların şiddet gördüklerini saklamak zorunda hissetmelerine sebep olacak şekilde, onların inkârlarına inanarak, dövüldüklerine değil de bir yerlere çarptıklarına inanıyorsanız “bize destek olmayın!” diyorlar.

Etrafımızda birçok Ceyda, Emel, Serap, Aysel olabilir. Ne yapacağını artık bilemeyen, gelir ve eğitim seviyesi düşük adamların çaresizlikle ellerinde kalan tek şeyi, fiziksel güçlerini gösterdikleri kadınlar... Her şeyleri olup da tatminsizliklerini şiddet göstererek yansıtmak isteyen adamların karşısında çaresiz kalan kadınlar... Türlü sebeplerle, hayır; aslında sebepsiz yere şiddet gören kadınlar...

Kadınların toplumsal yeriyle ilgili bir sorun mu dersiniz bu? Ricardo Coler’in Kadın Krallığı isimli kitabını okuyorum. Toplumda erkeğin ast ve yetkisiz olduğu bir yer düşünün. Mosuolar’ın kadın egemen dünyasının anlatıldığı bu kitabın araştırma safhasında çıkan haberler oldukça ilgimi çekmişti. Şimdi Arjantinli gazeteci Coler’in anaerkil bir toplum hakkında yazdığı bu kitabı okudukça ben de dünyayı kadınlar yönetse her şeyin çok daha iyi yürüyeceğine inanmaya başladım. “Kadının boyunduruk altına alındığını düşünmek mi? Bu bölgede hayır. Evlenmek isteyen kadınlar? Yok. Babaya saygı duymak? Hangi babaya?”

***


Ricardo Coler’in deneyimlerinin dünya genelinde uygulandığını düşünme fikri hayalden öte geçemez tabii. Şu anda dünyaya egemen olmaktan, kadın krallığını ilan etmekten çok daha gerçek bir sorunla ilgilenmeliyiz. Hamile bir kadın Ümraniye’de sokak ortasında acımasızca dövülüp başına kurşun sıkılırken duruma kişisel olarak müdahale etmek zor olabilir. Komşumuzun sık sık çığlıklara ağladığını duymak ama kapısını çalıp yardım edip edemeyeceğimizi sormak da belki...

Şiddet içeren herhangi bir olaya müdahale etmek, taraf olmak için gereken güce bireysel olarak sahip olamayabiliriz. Ama Mor Çatı gibi şiddetin özellikli hedefi olan kadınların korunması ve onlara destek için çalışan kurumlara yardım edebiliriz. Ne mi yapabiliriz? Çok şey...

Mor Çatı’nın dayanışma merkezi ve sığınak çalışmalarını sürdürebilmesi için maddi destek sağlayabiliriz.

Mor Çatı gönüllüsü olmak için atölye çalışmalarına katılabiliriz.

Sağlık, iletişim, bilgisayar, çeviri gibi konularda destek verebileceğimiz gibi Mor Çatı arşivinin düzenlenmesine, bilgilerin güncellenmesine katkıda da bulunabiliriz.

Tüm bunların yanında Mor Çatı’ya kurumsal olarak da destek olabilirsiniz.

Kadına yönelik şiddet konusunda yaşama geçireceğiniz kurumsal sosyal sorumluluk projelerinizi Mor Çatı ile birlikte yürütebilirsiniz. Şiddet gören kadınların en büyük sorunlarından biri de şiddetten kaçarak kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışırken kendilerine uygun bir iş bulmakta güçlük çekmeleridir. Onlara istihdam yaratarak ya da eğitim imkânı sağlayarak iş bulmalarını kolaylaştırabilirsiniz.

Mor Çatı 20 yıldır kadınların şiddet görmediği bir dünya için çalışıyor. Artık sizin de bunun için bir şeyler yapma vaktiniz gelmedi mi sizce?

prenmesin uykusu (iclal aydın'ın 17 kasım tarihli köşesinde yayınlanan...)

İclal’im; ben özel gösterimlerden birinin davetlisiydim, az önce Prensesin Uykusu’nu seyrettim.
Facebook’ta aylar önce Ayşegül‘ün resminin altına “ne yaptın şimdi ama sen“ yazmıştın...
Aylar önce...

Aylar önce başladım ben kızımı “Bir masalın yokmuş’uyum, ben hiç ben olmuş muyum, ‘hâlâ aynı duygusu’yum, prensesin uykusuyum...“ diye uyutmaya... Redd‘in ‘Prensesin Uykusuyum‘ şarkısını dinleyerek okumanı isterdim aslında, ama eklediğim linkleri göremediğin için sildim şarkının linkini de.

Biliyorum, herkes yazacak bir bir Çağan‘ın yeni filmini. Sevinç Erbulak‘ı övecek, Çağlar Çorumlu‘nun gülen yüzünün filme nasıl tıpatıp uyduğundan bahsedecek, Genco Erkal‘ın yönetmen kahraman karakterinde Çağan Irmak’ın kendi cümlelerini duyacaklar... ben de bayıldım Sevinç’e, şimdi aradım, kutladım ne diyeceğimi bilmeyerek... Çağan’ın kendi istediği gibi filmler yaparak milyonları, güldürdüğünü, ağlattığını ve bunun ona yettiğini de anlıyorum!
Sana filmi anlatmayacağım ama ben... Güldüğüm yerleri, ağladığım anları; mendil almadan girdiğim her Çağan Irmak filminde başıma gelen rimel yollu yüzümü filan!
Sana kızımı her uyutuşumda, uyandığında mutlu bir güne uyanmasını dilediğimi anlatacağım, ya uyanmazsa diye hiç aklıma gelmediğini söyleyeceğim. Onun için istediklerimin kendi üç dileğinden biri bile olmayabileceğinden nasıl korktuğumu da anlatmak isterim, ama bilemem nasıl yapabilirim.

Dostumsun, yazarımsın, sırdaşımsın ama anneliğinle biriz biz aslında ya... Ayşegül’le Lâl için ikimiz de aynı şeyleri diliyoruz ya... Her anne kızı için kendinden başka baht çizmeye uğraşır, biz de... Biliyorum.
Kimin uydusu olduğumuzu unuttuğumuz, eski duygusuyla kenarda kaldığımız zamanlarda o prenseslerin uykusu olmak yetiyor ya bize, terk eder bizi korkularından uzak...
Uykusuz, rüyasız, hayatın masalsız tarafını kabullenmiş yaşayıp, “neden ben” sorusuna “bilmem,” deyip duruyoruz ya hep!

Bize gelince hayat durmadığı için dönüp duruyoruz ya bu dünyada...

Razıyım ben, Ayşegül hep uyansın! Ben hiç ben olmamaya, bir masalın yokmuş’u olmaya razıyım tatlım...
Kimseler yanına yanaşmasın, mutsuz tek günü olmasın, kimselerin kulağına bir şey fısıldamak zorunda hissetmesin, sadece “ben” yeteyim kızıma. Redd olur mu bilmem, ama hayran olduğuna da âşık olacağına da ulaşsın. Üç dileği değil her dileği olsun...

Biz büyürken babalarına hayran, ilk aşkı babası olan, bir gün mutlaka bizim yerimize geçip babalarıyla evlenme hayaliyle bebeklikten çocukluğa geçen kızların anneleri değiliz iclal. Bu çok ağır... Bizim kızlarımız bizi örnek alsın istediğimiz ama bizim gibi mutsuz olmasın diye uğraştığımız, en kötü ihtimalle kendi mutsuzluklarının üstesinden gelme becerisini aşılamaya çalıştığımız kızlar... Bizim kızlarımız bizden sadece edepli durmayı, ev işinden anlamayı, kibarlığı değil belki diğer kızlardan daha önce “hayatın ta kendisini“ öğrenerek büyüyecekler... Bu çok ağır! Hak ediyor muyuz, bilmiyorum... Ama razıyım, yeter ki her sabah uyansın kızım.
Ben artık her gece kendi yatağında uyumamak için direnip “uykum kaçtı anne... Hayır yorganımın altında da değil, seninkinin altında olabilir mi?“ diyerek yanıma gelen kızımı “kendi yatağında yatmalısın ama...” diyerek geri gönderemeyeceğim. Bana gelirken üşüyen çıplak ayaklarını göbeğime yaslayıp ısıtırken ona masal ya da ninni yerine “Prensesin Uykusuyum”u mırıldanacağım.
Bir avuntu dolgusu olabileceğim tek yer onun kalbi olabilir ancak çünkü...
Nasıl hissettiğimi senden daha iyi anlayabilecek kimsem yok İclal... O yüzden...
Neyse, teşekkür ederim.
Sevgilerimle...

kıskançlık

Kıskançlığın erdemli bir duygu olabileceğini düşünmeye başladım. Gizlice kıskanıp hissettirmediğini sananlardan hâlâ biraz çekiniyorum, tamam... Ama kıskandığını açıkça olmasa da hissedilecek derecede belirgin sunanları takdir bile edebilirim.

Yolda yürürken ardından endamına bakıp gözlerini ayırabildiğinde vitrinde kendisiyle göz göze gelip hayal kırıklığını aşağı doğru büzülen dudaklarıyla ifade edenler değil kastettiklerim… Hak etmek için uzun zamandır beklenen, beklerken boş durulmayan ama sessiz kalındığı için aniden edinildiğini düşündükleri başarı karşısındaki kıskançlardan bahsediyorum mesela.
Yıllarca olması için uğraşılan bir şey olduğunda birdenbire oldu sananların kişiliklerini yansıtabilen en iyi özellikleri kıskançlık. Bu tür bir kıskançlığın gayet insani olduğunu düşünmeme sebep olan şeyler oldu yakın zamanda.

Hayatım boyunca çeşit çeşit kıskanç tanıdım. Kimisinden uzak durmak, kimisine kızmak, kimini anlayışla yalnız bırakmak gerektiğini öğrenecek kadar kıskanıldım. Kıskandım da türlü türlü… Ama kıskançlığın erdemini yeni keşfediyorum. Kıskanmanın saklanıp gizlenmesi gereken duygulardan biri olmadığını, açıkça ifade edildiğinde takdir edilebildiğini, destekleyici olabileceğini öğreniyorum.
Herkesin kıskanılacak özellikleri vardır. Düz saçlı bir kadının kıvır kıvır saçlarıyla yanından geçen herhangi birine bakışında bile görülebilen bu duyguyu, özenme, gıpta etme gibi duygu kalıplarına sıkıştırmak yerine açıkça belli etme taraftarıyım artık. O kadar insani ki, içimiz içimizi kemireceğine söyleyelim! Zamanla karşınızdakine iltifat kabilinden beğeni sunduğunuzu anlamak size de iyi gelecek.

Kıskanmak kötü bir şey değildir. Kıskançlıkla kötülük yapmak fecidir.

Kardeşini kıskanan çocukların elindekileri kaybetme korkusu gayet insani ve saftır. Sevdiği adamı kıskanan kadının kendisini eksik, azalmış hissetmesi de öyle… Başarı adımlarını görmezden geldiğiniz ama zirveye yaklaştığını ancak yanınızdan geçerken fark ettiğiniz iş arkadaşlarınıza filan duyduğunuz hisler de gayet insani. Ve kabul etseniz de etmeseniz de düpedüz kıskançlık o hislerle edineceğiniz sıfat.

Ben diyorum ki kabul edelim. Kıskanmanın yıkıcı olması gerekmiyor. Kıskanıldığını anlayan herhangi birine hissettireceğiniz tek şey yücelme duygusu çünkü. Ne şekilde kıskanırsanız kıskanın başarı adımları topuklu ayakkabılara terfi edişiyle beliren bir kadını sadece üstünlüğüne ikna edebilirsiniz. Sizden üstünlüğüne! Buna izin vermek yerine gayet insani duygularla kıskandığınızı göstermek, ona iltifat etmekten öte gitmeyecektir. Böylece içiniz içinizi yerken kaybedeceğiniz zaman veya fırsatları da kaçırmamış, belki de hızınıza yetişebilmesinin mümkün olamayacağını da göstermiş olursunuz.

Sevdiğiniz adamı/kadını kıskanmanız ona kıskanılacak kadar önemli biri olduğunu hissettirdiğinde, herkesin isteyebileceği ama sizinle olmaktan memnun biriyle birlikte olma şansını da yakalamış olursunuz hem.

Kardeşini kıskananlara sözüm yok. Onları zaten kendilerine ait olanı paylaşmak zorunda bırakıldıkları için üzülenler ve mutlu olanlar olarak ayırıp, her halükârda anlamak mümkün çünkü…

aşk zaafı


“Aşk aklın en soylu zaafıdır,” demiş John Dryden.
Affedilir birçok kusurumuz vardır elbet. Kişiliğimize yakıştırdığımız, huyumuz haline gelen, bizimle özdeş bazı zaaflarımız. Tatlı yemeden sofradan kalkmamak gibi, kötü sesimize rağmen şarkı söylemekte ısrar etmemiz gibi… Affedilir olmasının sebebi sürekli tekrarlayışımız olsa da, karakterimize yapışan zaaflarla donanmış olsak da yaptıklarımızın affedilemez olması da mümkündür öte yandan.
Hoş görülebilir hatalarımızın açıklaması zaaf olduğu sürece anlayışla karşılanır. Zaaf ardında durulmayan, önüne geçilmeyen isteklerde kendini gösterdiğinde karşınızdakinin anlayışlı olmaktan başka şansı olmayabilir.
Gözleriniz baygınca bakıp, diliniz hep sevdiğinizin adını sayıklıyorsa hoş görülebilir haliniz… Âşık olmanın tadına varmanızı teşvik edebilirler hatta. Öneriler, davranış kalıpları, deneyimlerle motivasyonlar aşkınızı nasıl yaşamanız gerektiğine dair ışıklardır hep.
İnsanların en çok anlayış ve destekle karşılaştıkları zaman âşık oldukları zamandır. Akıllarını kaybetmiş gibi davransalar bile...
Aptalca davranmanın açıklamasını âşık oluşunuza yönlendirirseniz, anlayışla karşılanmanız söz konusu olabilir. Başka türlü bir durumda kesinlikle tersleneceğiniz halde, en kötü ihtimalle nasihatler alarak ayrılabilirsiniz bulunduğunuz yerden…
Telefonda onunla konuşurken ocaktaki yemeği unutup yakmanızı, anahtarı unutup evden çıkmanızı, arabanızı park ettiğiniz yeri unutmanızı, aynı saatte iki ayrı yere randevu vermenizi, gazozun kapağını sürahiye kapatmaya çalışmanızı, hatta uyanamayıp işe gecikmenizi bile aklınızı kaybetmiş olduğunuza yormak yerine âşık olduğunuzu düşünerek anlamaya çalışmaları sizin de rahatlamanızı sağlar.
Âşık olmaya alışmak mümkün tabii… Hayatın eski tekdüzeliğine geri dönmesi, hataların tekrarlanması durumunda anlayışın yitirilmesi, aklı başa toplayacak kadar birlikte olmak sevilenle…
Aşkın alışılmış haliyle aklın normale dönmesi aynı zamanda gerçekleşir. Kabul edilebilir bir sürenin sonunda aklın en affedilir yanlışlarını yapmamaya, hatta aşkın desteğiyle daha doğru davranmaya başlarsınız.
Aklınızı kaybettiğinizi düşündüğünüz anların yerini huzurlu bir birlikteliğe aktardığınızda zaafınıza yenik düşmüş olmazsınız. Aksine zaafınızın sizi güçlü kılmasını sağlamış olursunuz.
Aşkın aklınızı aldığı anları doya doya yaşamanızı öneririm. Aklınızı kaybettiğinizde yerine koyduğunuz şeyin aşk olmasından daha güzel ne olabilir?

bırakmak için çok geç…

alışkanlıklarımızı diyorum. sebepsiz yere sevdiklerimizi, önce mecburen, sonra param olsa anında bırakırdım diye diye emekli olduğumuz işimizi, bir sürü kötü huyuna ve daha iyilerini görmemize rağmen sevgilimizi, eşimizi…
alışınca bırakmak çok zor… hayatımda hiç sigara içmedim, dokunamam da külüne kendine vs. ama bilirim nasıl bırakılamaz, bırakılsa da nasıl durur eski sevgili gibi geride!

kıyaslanmak da vazgeçmek gibi bir şey. bir şeyle biriyle bir yerle kıyaslandığımda benden vazgeçildiğini hissederim. ya da vazgeçerim geçebiliyorsam kıyası kabul etmek yerine çekilip yarıştan. müdahil olmak istemediğim hiçbir yerin beni tutmasına imkân yokmuş gibi gelir çoğu zaman.
cevap vermeme tenezzülümü kullanırım, cevabı bilinen ya da alınamayacak soruların muhatabına.

burnumun büyük, suratımın asık olduğunu düşünmeleri umurumda olmaz da, verdiğim değerden vazgeçmelerine üzülürüm. değerimi kıyaslayarak bulmaya çalışanlara acıdığım kadar. kimsenin olmak istemem o zaman. nasılsa olduğum kişi olamayacağımdan emin…

hepinize öneririm. uzak durmayı deneyin. çok yakındayken görülemeyecek her şey biraz uzakta durunca bakana görünür. bakabilene…

burada verdiğim uzun aranın sebebi sizlerden uzak durmak değildi, biliyorsunuz.
gençliğimden beri gelmesini sabırsızlıkla beklediğim kitap fuarı hafta sonu başlıyor. kitap alabilmek için şimdiki kadar geniş indirim olanaklarının sunulmadığı, yazarlara, hatta yayınevlerine ulaşmanın pek de kolay olmadığı yıllardan bu yana fuar için para biriktiririm ben. kitaplarımı “isteyim gönderin” usulüyle değil de dokunarak almayı sevdiğimden hepsi bir aradalığıyla müthiş fırsattır üstelik fuarlar.

ta beylikdüzü’ne kadar gitmeye razı olabileceğim kadar severim, kitapla ilgili her şeyin bir arada bulunduğu fuarları. sayfaların, satırların, yazarların, okurların…
on yılı aşkın süredir de stand içlerinde tadını çıkarıyorum.
çünkü fuardan vazgeçemiyorum.
çünkü fuarı online satış siteleriyle kıyaslayamıyorum.
çünkü kitabı dokunarak alma alışkanlığımı bırakamıyorum.


Beklettim, pardon!

Beklettim, pardon!
Ama maalesef yılın ilk gribini geçirmekle meşgulüm. Ama eskisi kadar zevk alamıyorum son yıllarda bu nezle grip olaylarından. Eskiden hastalanınca yayılıp yatarak geçirdiğim, üstelik her seferinde “Bu hayatımda geçirdiğim en ağır grip,” diyerek ajitasyon yaptığım griplerden eser kalmamış.
Hastalıktan zevk alınır mı dediğinizi duydum! Oluyor öyle, ara sıra hissi kalp el vuku (bilerek yazdım, zıplamayın hemen). Ben okusam, dinlesem diyeceklerimi biri de diyebilir diye düşünüyorum ara sıra…
Ama oluyordu işte! Gayet zevkliydi eskiden hasta olmak. Fenayım deyip işe gitmemek, evde kapıcının getireceği ilaçlara muhtaç ilk hal buluşta çorba yapmaya kararlı halde baş çatlayana kadar uyumak vs. eskiden mümkünmüş… Şimdi imkânsız!
Burnumun direği tadilata girdi, ama işe bir gün bile gitmezlik edemedim mesela. Ya da evde bahsettiğim gibi bir ‘tanrım, yataktan kalkamıyorum’ durumu olmadı hiç! İzin mi alamadın demeyin bana, izin alsam ne olur o iş orda beklerken… olmadı işte, uzatmayın.
O değil de, süper ötesi daha önce hiç olunmamış derecede kötü hastalıklarımdan birini geçirirken en yakın arkadaşım nasılsın, diye sorunca gerçek mercimek çorbası istiyorum demiştim yıllar önce. Ta karşı yakadan gelip hem de -o zamanlar blender filan yok- bizzat el süzgecinden geçirerek bana gerçek mercimek çorbası yapmıştı. Şimdi yine o çorbadan istiyorum. Tarif filan demeyin bana! Biliyorum nasıl yapıldığını, iki çocuğum var benim. Alasını yiyorlar… ama… ama… Sibeeeeeel!
Hastalıklarımda özlediğim bir diğer şey de o yatabildiğim iki üç günlük (son saatleri resmen etraftakilere işkenceye dönüşen saltanat hali dahil) süreçte iş için değil de zevk için okumak. Ruhlar Evi’ni deli gibi burnum akar, gözüm kaşınır ve boğazımda zımpara kâğıdıyla iki cümle edemezken okumuştum mesela. Isabel Allende’nin hayranı etmiştir beni o aksırık öksürükler… bu tip kaprisli hastalıklarımdan birçok Patricia Highsmith, Osman Aysu, Sue Grafton romanı da almıştır nasibini…
Neyse uzatmayalım, hastayım demiştim. Nazlıyım da…
Mevsimi geldi, yapabiliyorsanız hastalanın yayılın arkadaşlar… okuyun da.
Biri portakal sıkabilir mi? Şurda da mendiller olacaktı.
Hhhhaaaapşuuu!

gitmesen...

daha kaç eylülüm kaldı bilmiyorum. geçirdiğim kadar eylül tadacak olsam bile yetmeyecek, onu biliyorum ama…
yılın her ayına eylül diyerek kendimi kandırmak, eylül gelirken ve giderken birkaç günü daha eylülmüş gibi yaşamak, gelmeden önce hazırlığını, giderken hüzünlü uğurlamasını yapmak zaten kısa aylardan olan eylülü biraz daha uzatmıyor, üzülüyorum!
gelirken güneşine yüklediği şefkati vücudumun ne kadar çok yerinde hissedebilirim ona bakıyorum. ama peşine düştüğüm güneş eylül giderken dizlerimi bile göremiyor çoğu kez, üşüyorum!
kestane kokuları bırakıyor eylül giderken; üzülmeyim, kavrulurken ateşinde ısınayım diye. ama yetmiyor. ben eylüle “yayılmak” istiyorum…
eylülün tam ortasında doğmuşum, ondan belki bu aşkım. varlığımı annemden fazla benimsemiş hissettim, hep! sanki eylül çocuğu olmak annemin kızı olmaktan daha güzeldi.
ne parıl parıl, ne soluk… ben de eylül gibiydim; sonbahar rengi.
ne cıvıl cıvıl, ne içine dönük… eylül gibi bazen sıcak, bazen soğuk.
ısrar ediyorum; annemden çok eylüle benziyorum.
aynama benimle bakıp omuzlarımdan gülümseyerek kavrayan annem değil, eylülün solgun yeşil yapraklı ağaçları... aynam pencereye dönük; hep içeri daha fazla eylül girsin diye!

bu aya sığar başlangıçlarım, kesin kararlarım, başarılarım; umutlarım. sadece eylülden cevap alırım. içim içime sığmazken eylül bana sığar, ben eylüle kaçarım.
defter yaprağı derler, eylülden dökülür sayfalarım en güzel!
ama heeep biter; bana hayal kırıklığı yaşatmadan… nedense hep geleceğini bilirim; beklemeye değdiğini!
sadece umutlu değil zorunlu olduğumu bilirim hayata, ama umurumda değildir hiç! bugünüm yarınıma geçmesin der kapatırım gözlerimi, uyurum; hep uyanmamacasına… engel olamıyorsam eylül var diye katlanırım ömrüme! eylül verir tüm yıl için gücümü…
eylüle saklarım en güzel kitaplarımı… bu yılkiler çok güzeldi: zaman yolcusunun karısı, görmek, edebiyat ve patates turtası derneği...

ama yine bitti, bu gece saklayacağım yine eylülü kitap arasına. ama ilk kez bu eylül ya bir daha gelmezse diye korkutuyor. ya bir daha onu göremezsem!

görüşemezsek, selam söyleyin bir dahaki eylüle, onu hep çok sevdiğimi… ilk aşkım kadar, kocamdan çok, neredeyse oğlum gibi!
olur da yine ışıldarsa seneye gözüme ilk günü, ben daha sıkı sarılacağım eylülüme; gecelerini daha uzun, günlerini daha derin yaşayacağım. her gününe geçmişlerinden bir anı geleceklerinden bir umut daha yerleştireceğim. her eylülü bir ömür yaşayacağım.
ben ona veda etmeyi sevmem o da beni üzüp gitmez, ama bu eylülü buruk özleyeceğim!

prenmesim

prenmesim, canım kızım…
sen ne zaman doğdun? ben ne zaman anne oldum?
minicik parmaklarını göğsüme yapıştırdığın gün, hırsınla doğduğun gün ne çabuk geçti?
bumburuşuk kocaman ayaklı kızım ne zaman bu dünyanın en güzel kızına dönüştü?
abinin şaşkın bakışlarını seyretmeye doyamamışken inatla ben de geliyorum dediğin gün ne kadar kararlıydım hayatıma sığmayacağını sanıp yanılırken! buradayım, diye bağırıyor sesin şimdi… “heeeyy buradayım!”
doğru kararı vermişim.
abinin bi’tanesi olasın diye doğdun, dünyamın en güzel kızı oldun prenmesim…
seninle bugünden didişirken kendi çocukluğumu büyütüyorum. anneme nefretimi senin kucaklayan minicik kollarının arasında öğütüyorum kızım. ben gibi büyüyorsun, ama annem gibi olmama izin vermiyorsun. koskocamansın kızım, “seninim,” diyorsun! “annemsin…”
çığlık çığlığa inat savaşında caymayan kararlılığınla, heveslerini dile getirişindeki ısrarla, huzuruna düşkünlüğünle, gerektiği an esirgemediğin suçlayıcılığınla, bıraktığım yerde kalmayışını yüzüme vuruşunla, ayrı geçen her günümüzün intikamını almaya zorluyorsun beni kızım.
bana “sen de böyle olmalıydın!” diyorsun.
şefkatini kaybetmeden şiddetli, sevme yeteneğini kaybetmeden mantıklı, huzurunu kaybetmeden “dahil” olabilmeni dilerim, her şeye!
seninle prenmes masası yüzünden, muffak seti yüzünden, terliklerini giymeden dolaşman yüzünden başlayan kavgalarımızın “ben peynir sevmem ki”ni kabul edişim gibi itiraz edemeyeceğim derecede hep senden yana sonuçlanması aslında çok hoşuma gidiyor.
aynı tavrı “hayır, ben bu sene avrupa’yı dolaşacağım… yalnız!” dediğinde de gösterebilir miyim bilmiyorum. umarım her istediğini gerçekleştirebileceğine inandığım bu gücün artarak büyür, seninle birlikte...
ama şimdilik “tam üş” yaşında kal, dördüne girerken kucağımda, sıcacık, tombul yanaklı, yumuşacık…
ilk ojen, ilk rujun kadar parlak olsun geleceğin de… pırığtılı!
avuçlarını birleştirip altına yerleştirerek yanaklarına bal kattığın uykularına gerçekleştirebileceğin rüyalar girsin prenmesim.
ne istersen o olsun annem!
bu dünyadaki en güzel kız hep sensin unutma!
seni ummadığım, hayal edemeyeceğim, içime sığdıramayacağım kadar çok seviyorum ayşegül’üm… hayatının hiçbir günü sana bu konuda bir anlık şüphe yaşatmasın minik uğurböceğim.
kocaman kucağım hep senin…
annesinin kızısı!

bıdik... teşekkür ederim!

hepiniz için başka biriyim. kiminize çalışma arkadaşı, kiminize çalışan... bazılarınız için iyi arkadaşım, bazınız en yakın arkadaşım. hedefim... takipçiyim bazen de...
beni tanımlamak için kurduğunuz cümlelerin neredeyse hepsinin sonunda "ama..." olmazsa olmaz!
çok eski dost da olabilirim, çok uzun zamandan beri dost olmayabilirim de! en yakın, öyle uzak ki özlenmiş, unutulmak üzere ya da çoktan unutmuş da olabilirim...
herkes için başka biriyim. sibel "çılgın" der. meltem'e göre "zor"um. dalgalı neşemden nasiplidir ceyda, durmadan, "gül biraz," der. iclal "canım arkadaşım," derken son hecesinden şefkati damlar, cem bey'in bi "sağ kolum" deyişi vardır, korkarsınız kolsuz kalmasından! tanju hanım'ın "yavrucum," deyişini hep özlerim...
aslı'nın nurseeeek'iyim, yasemin'in altıntop'u... yücel "nursel" derken harfler kaçışıyorsa korkmam lazımdır!cenk "u"yu bir fazla yazmışsa neşeliyimdir. naciye, "nurseel..." diye başlayıp makarnalı bir şey yapmadığını söylüyorsa üzgün! kimisinin nasıl seslendiğini çoktan unutmuşumdur. abimin babamın seslenişi kulaklarımdan gitmez de annemin nasıl seslendiğini hatırlamam bile!
nursel hanım da olurum, nursel de, nursella da nurselot da!
kim olduğumu bilemezken tanıdığım "herkese" başka biriydim. şimdi de öyleyim, ama "kendime" kim olduğumu biliyorum artık!

anneyim...

oğlum, ali'min karnımda olduğunu anladığım andan itibaren itirazsız anneyim.
aldığım hiçbir sıfatla değişmeyeceğim, kıyaslayamayacağım kadar!
eray'ın karısı olmanın da, annemin kızı olmanın da ötesinde... belki onlar sayesinde, evet ama... yine de!
sadece anneyim!
anneme hiç böyle seslendim mi bilmem, oğlum "anne" derken içim titrer. her seslenişinde kucaklamak istediğimi hiç unutmasam...

bazen anne olduğuma inanamıyorum. her sabah bi yanlışlık yapılıyormuş ve sistem kendini onaracakmış gibi bir hisle uyanıyorum. sonra gördüğü rüyada dalgalanan gözkapaklarından içeri girebilir miyim, o gözkapağının içinde yaşayan küçücük bir mikroorganizma olabilir miyim diye düşünüyorum; bir vakit gözkapağımın içi olmak isteyen adamın oğlunun gözkapağının içinde...
sonra bakıyorum, sistem gayet kendi halinde ve ne yaptığını bilircesine işliyor... hayat kendini kurmuş, ben içinde dönüyorum. yine bazen sinirli nursel oluyorum, bazen neşeli, bazen küskün, meşgul, bazen de zor nursel!
ama ne olursam olayım, hem kendim hem kimseler inanmıyor olsa da, hep anneyim!

bıdik'ken ali oluveren oğlum bugün 6 yaşına girdi... 5 yıldır anneyim! inansam iyi olur artık...
ben anneyim, ben anneyim, ben anneyim...
hem de iyi bir anneyim!
gerekirse sadece anne...
annemden çok daha iyi bir anne...

siz de inanın, kutlayın hatta!
oğlumu tabii... o olmasaydı, doğacak olan o olmasaydı anne olmazdım!

abi

dudaklarım nasıl üşüyordu bir bilsen abi… birkaç gün sonra geleceği belli kar yağışını toplayan güneşin ışıkları iğne gibi batıyordu; burnuma, dudaklarıma… eve yaklaşırken bir şeylerin ters gittiğini anlamadım bile, annem yine komşularla toplaşıyor diye düşündüm. o kadar üşümüştüm ki moralim bozuldu, sobanın yanına kıvrılma hayaliyle eve yürüyordum, ama ev dolu olduğu için kıvrılacak bir yer bile bulamayacağım kesindi. bahçe kapısını açtım, merdivenlere doğru üç adım kalmışken çantamı omzumdan indirdim. daha sağ ayağımı basamağa dayamadan nilüfer çıktı yan kapıdan “mehmet ali abi ölmüş, biliyor musun,” dedi.
sinirlenmem saniyenin onda biri kadar sürdü belki. “ne saçma bi şaka bu, neden yapıyorsun?” dedim. saniye tamamlandığında bile buna inanmam mümkün değildi.
ayakkabılarımı çıkarmaktan vazgeçtim. açık kapıdan içeri doğru baktığımda önce hol, sonra da ev mezara dönüşmüştü abi…

aradan yıllar geçti, ama 87’nin aralık ayı beni arada bıraktı! hala o aradaymışım gibi hissediyorum bazen.

yaşasaydın bugün yeni bir yaş daha alacaktın. sana kızgın geçirdiğim bunca yıl boyunca her doğum gününü kutladım. aslında uzun bir süre ölmemişsin gibi yapabildim. elbise dolabında geçirdim cenazenin gelmesi için beklenen günleri. sonra cenazenin olduğu gün evden kaçtım, kayboldum. döndüğümde hala çıktığın seyahatteymişsin gibi davranmaya devam ettim: seni asla öldürmedim!

mezarına çok uzun süre hiç gitmedim, ilk kez babam öldüğünde… onu o kadar kıskandım ki! seninle uzun uzun sohbet etmeyi, duyduğu gururu gizleyemeyen, hatta taşıran cümleleriyle sana takılmayı çok özlediğini bilmeme rağmen kıskandım. ikinizi bir arada görmeyi özlemiş halde mezarınızda oturdum… cümlelerime baktım senin mezar taşına yazılan. ağladım, evet… ama ikna olmadım.

yine de seni öldürmedim! gittiğin yerde kaldın, ama ölmedin. böylece ben de yaşamaya devam edebildim. bir sürü şey oldu ben yalnız büyürken. sonra evlendim, oğlum oldu, adı ali. evet, senin gibi olsun diye, akıllı, duyarlı, merhametli, hevesli, başarılı, sevilen… çok sevilen. sonra ayşegül oldu. onlar kardeş kalabilsinler istiyorum abi… bizde yarım kalan onlarda sürsün. ali kız kardeşinin “abisi” olsun!

o yüzden… beni ömrümden soğutacak kadar yalnız bıraksan da, beni götürmeden gittiğin için kızıp sabah yola çıkarken öptüğünde uyuyormuş gibi yaptığıma deli gibi pişman olsam da, her yaptığımda onayını ya da kınamanı hissetsem de… doğum günün kutlu olsun.

iyi ki doğmuşsun… kısacık sürse de, iyi ki hayatımda olmuşsun.

küçük anne

ablamı anne şefkatine duyduğum sonsuz ihtiyaçla beklediğim her yaz bana çocukluğumun en tatlı anılarını getirmiştir. yılda bir kez gerçekten çocuk olabilmişimdir bir ay kadar... nisan'dan ağustos'a kadar "bekleme"nin hissettirebileceği her şeyi hissederek büyüdüm ben! umduğumdan çabuk...
sanki altı yaşımdan itibaren büyümüş olmak zorunda hissettiğimden, şimdi bir çocukta gördüğümde tahammül edemediğim o ukala, anaç, çok bilmiş tavırlarla dolandım durdum. anne istedikçe kendim anne gibi davrandım.
neyse ki zamanla ablam bana nasıl anne olunacağını gösterdi. asla anne olmak istemediğimi söylediğim yıllar geçirdim: hiçbir zaman onun gibi bi anne olamayacağımı düşündüğümden! onun gibi fedakâr olamayacağımı, kendimden daha çok düşünmem gereken varlıklar yüzünden en güzel yıllarımı eksiltemeyeceğimi sanarak çocukları sevdim. çok sevdim. nasıl olsa anne olmayacağım! diyerek bir sürü çocuğun, ablası, teyzesi filan oldum.
ablam bana bunun yetmeyeceğini de gösterdi! "benim çocuklarımın, başka çocukların teyzesi; her şeyi olabilirsin, ama anneliği hissetmelisin," dedi. annelik duygusunun kendimi çözümleyebilmem için tek yol olduğunu hissettirdi. kendimden yaratmak için yazmanın yetmeyeceğini bile söyledi. kendisine özel anne stratejileriyle beni ikna etti... iyi ki!
başka hiçbir duyguyla kıyaslayamayacağım beni bana tanıtan, mükemmelliğimi yansıtabileceğim en iyi iki eseri yarattım, anne oldum.

hayır! anneler günü yazısı yazmıyorum.

anne olmadan önce teyzesi olmaktan en çok gurur duyduğum çocuk anne şimdi. ablamın mükemmelliğini yansıttığı üç eserden biri mükemmel bi anne oldu. onun şaheserlerinden biri yeni yaşına girdi bugün. emre meleğinin annesine 1 nisan şakası yaptığını öğrendiğimde kızımı emziriyor ve mucizelerin bu küçücük insanlara bakılarak görülebileceğini düşünüyordum.

müjde'nin altını bezlemenin bana evcilikten çok daha güzel geldiği yıllardan onun bebeklerinin bezlenmesine, hatta şu günler itibarıyla artık bezlenmediği vakitlere ne çabuk geldik bilmiyorum.
öğle uykuları için masallar uydurduğum minik kızın iki minik meleğin annesi olduğuna inanmak imkansız gibi...
ama ayakkabılarını bağlamak için eğildiiği emre kadar küçücük olduğu yılları her anışımda büyüdüğümü hissettirdiği için, özellikle de "bugün" ona çok teşekkür etmeliyim.
teşekkür etmeliyim, annesini hiç farkında olmadan benimle paylaştığı için.
oğullarına, tatlı ve huzurlu uzun ömürler dilemeliyim.
hiç bilmeden hayatımı değiştirdiği için, ona doyamayıp anne olmama sebep olduğu için teşekkür etmeliyim.
kocaman bir hayat dilemeliyim belki de... içine istediği her şeyi sığdırsın diye!

ali'm

ali'm...
oğlum, her şeyim!
annesi gibi davrandığımdan sürekli şikâyetçi biri var burda. aynı şeyi ona iki kere söylediğimde "annem gibi..." diye başlayıp sayıp döküyor.
bilmiyor anneciğim... senin bile tam manasıyla annen olamadığımı, belki de anneliğin ne olduğundan haberim bile olmadığını bilmiyor anneciğim... sana bile annen gibi davranamadığımı bilmiyor!
sen de bilmiyorsun: sadece senin annen olmak istediğimi!
bu dünyada bi senin annen olayım, başka da hiç-bi-şey olmayım istediğimi kimse bilmiyor!
kimisinin malzemesi, kimisinin ihtiyacı, kimisinin kaynağı, kimisinin neredeyse her şeyi olduğum bi sürü insan var da bi senin annen olamıyorum ali'm...
sanıyorum ki anne olmak güzel şeyler yedirebilmek için çalışmak!
sanıyorum ki istediğin her oyuncağı alıp arabalı yatağında yatabilmeni sağlamayı sürdürebilirsem anneyim!
sanıyorum ki ancak daha çok çalışırsam annen olarak kalabilirim!
ama ben annen olmak için çalışıp dururken sen başkasının oğlu oluyorsun gitgide... başkasının yemeklerini beğeniyor, başkasının öğrettiklerine göre büyüyorsun. benden başkası annen olamıyorsa da sen başkasının oğlu oluyorsun böyle böyle...
oysa ben istiyorum ki dünyada bir tek beni sev! yalnız ben olayım tüm kalbine özlediğin. en çok bana güven!
benden yemediğin pilava burun kıvır, en güzel ben ütüleyebileyim pantolonlarını! her şeye rağmen hep ben olayım her zaman yanında istediğin tek kişi!
biricik annen ben olayım... her dakikam sen ol!
büyürken her şeyini gördüğünü söyleyemesin kimse, her sırrın bende saklı olsun...
ilk kelimeni, ilk adımını kaçırdım! içinde "modifiye" kelimesi geçen cümlelerini, sohbetlerindeki mantığa kavuştuğun günleri de benden çok başkası yaşıyor.
ama okumayı söküşünü, okuyup bitirdiğin ilk kitaptan sonraki değişmini, ilk heyecanlarını, ilk aşkını, ilk acını, ilkinde yanında olabileceğim her şeyi sadece "ben" istiyorum artılk!
yerime kimseyi koyma, beni kardeşinden başka kimseyle paylaşma, başka kimselere izin verme ali'm...
"annesinin oğlu" desinler! desinler varsın...
annenin oğlu olmadan başkasının torunu, başkasının sevgilisi, başkasının kimsesi olma sakın!
çünkü annesinin olmayan çocuklar "kendisi" olamıyor yavrum... unutma sakın!

roman kahramanı

dudaklarının izin verdiği kadar onundum.
bacaklarımın izin verdiği kadar gidebiliyordum yanına. sanki kendimizi idare etmiyor, mecburen salınıyorduk birbirimizin etrafında. beni çağırdığı zaman hiç hayır demiyor, benimle olduğunda ne zaman gideceğini hiç düşünmüyordum.
suskun kaldığımız her dakikaya birkaç öpücük, karanlık her saate en derininden virgüller sığdırıyorduk. birbirimizden bağımsız, biz değilken hatta… ikimiz oluveriyorduk: uyanana kadar! birlikte uyanmadan geçtik gittik birbirimizin yıllarından.
kahvaltı etmedik hiç birlikte, uyanınca nasıl görüneceğimi düşünmedim hiç mahmur dalıp giderken. hiç yanımdan ayrılıp gitmedi! kolyemi, tokamı unutmadım hiç komodininde, saç telim yastığında kalmadı hiç.
özlediğini söylediğinde emirdi, özlemişsem yanımda!
“gel,” derdi. “uzan…”
gözlerimi açık tutmak için zorluk çekerdim bana baktığında…
“küçücük,” derdi ellerime bakıp. tırnağımla parmağımın dibi arasındaki o kısacık mesafede dolanırken dudakları sadece işaretparmağımı değil ruhumu baştan çıkarırdı. “bu küçücük eller ne yapacak şimdi biliyor musun?” derdi avucumu göğsüne, tam kalbinin üstüne götürüp. bir an, sadece bir an açabilirsem gözlerimi, bana bakışındaki şehveti yakalar boynuna gömerdim burnumu, güzel kokardı.
değil utanmak çoğunun aklına gelmeyecek şeyleri az sonra her yerinde yapacak olan ben değilmişim gibi utanır, elleri yüzüme değmedikçe gözlerimi açamazdım. saçlarımı yanaklarımın üzerinden çekip kulaklarımın arkasına atarken nefesini duyar, gözlerimi, açarsam yazmaya çalışırken aklımdan uçan cümleler gibi kaybedeceğim korkusuyla sımsıkı yumardım. üst dudağımda dolanan dili bedenimi felç eder, bacaklarım onunkilere sarılmazsa düşecek gibi olurdum.
ancak emrederse gözlerimi açardım. söylediğini yapmazsam çekip gideceğinden korkarak… sabaha kadar!

sabah olunca göğsüme düşmüş yapraklarının arasından kaldırırdım roman kahramanımı, gecemi sarsmış vücudunu saklar gibi saklardım ayracı kitabının arasına… uyanırdım!


http://www.dailymotion.com/video/xcuuwq_hess-is-more-yes-boss_music

gelme bir daha!

gelme bir daha yanıma… görünme gözüme hatta! dokunamayacaksam bu kadar yakınımda olma…
uzatma elini bi şey anlatırken sağa sola gözümün önünde. uzanma bana, küpeme bakma. gözümün içine de! içinde erimeyeceksen ruhuma uzanma…
sesine zor tahammül ediyorum dudaklarını gösterme, yanımda durma. bana dokunma. öpme yanaklarımdan, omzumu sırtımı sıvazlama. bana “dokunma”!
“yanıma gel,” deme sarılmayacaksan. öyle değil… sımsıkı!
özleme…
zorlama beni n’olur, eski kal… yeniden olma!
ensemden koluma, mecbur olduğum baş ve ortaparmaklarıma kadar diken üstündeyken etrafımda dolanma, kalbimi kırma! kalemimi düşürüyorum, felç oluyorum, anlasana!
o kadar yakındayken dokunmamak ne kadar zorsa uzandığım halde dokunamamak da o kadar sancılı! yaklaşma… dokunabileceğim kadar yakınımda olma!
uzak dur benden. ben kalabilmek için buna ihtiyacım var.
görür görmez göğsüne gömülüp uyuyana kadar orda kalmaktan başka huzur yok zannederken karşında oturup “en dert”lerimizden bahsedersem ben olamam.
ne söylediğini dinlerken yüzüne öylece bakmam imkansız, adımın her harfini söylerken dudaklarının aldığı şekli nasıl özlüyorum. sakince ve inadına kızgın cümlelerim neden yok etsin ki hislerimi… konuşma benimle, bana bakma!
fikrimi sorma, kahretsin! sana söylemek istediğim tek kelime; “özledim”… nasıl “git” diyebilirim?

uzak dur benden. yoksa ta içimde kaybolacaksın: “yine”!
yaklaşma, yanımdan ayrılamayacağını anlayacaksın. vazgeçemeyeceğini…
dokunma bana! en şefkatli, en ateşli, en durgun, en yumuşak olduğumu hatırlayacaksın başkasına her dokunuşunda.
gelme bir daha yanıma, karşımda oturma… etrafımdaki huzurunun yalnızken hissettiğinden daha dingin olduğunu fark edip şaşıracaksın!
yapma!
uzanma… yoksa yolladığından da uzakta olduğumu göreceksin!
yapma, beni o kadar bırakma…

seni seviyorum

“sevgililerine aşklarını itiraf eden kadınlar, en az seven kadınlardır…” demiş shakespeare

sevgilinize onu sevdiğinizi söylemenin bin bir türlü yolu var. “seni seviyorum” demekse bunların içinde en basit olanı.
kelimelere dökülen aşk kendini başka türlü ifade etmenin yolunu bir türlü bulamamış demektir.
sevgilinizin gözlerine baktığınızda içinizin eridiğini hissettiremiyorsanız gerçekten âşık mısınız diye bir daha düşünün derim. adınızı söylediğinde içiniz titremiyorsa, uzaktan gördüğünüzde ruhunuz çırpınmıyorsa…
insan biri tarafından sevildiğini nasıl o söylemeden de anlarsa, kendi de sevdiğini söylemek için kelimelerden başka yollar bulmalıdır. baktığında eritmeli, andığında titretmeli, kendini sunduğunda sevdiğinin aklını başından almalıdır. çiftler birbirleri üzerinde böyle etkiler bırakamıyorsa gerçekten sevmiyor olabilirler.
bir kadın sevdiği adamın sık sık onu sevdiğini söylemesini istiyorsa sevildiğini kendiliğinden hissedemiyor, zaten büyük ihtimalle de sevilmiyordur.
bir adam kadının onu sevdiğini sık sık bu cümleyle duyuyorsa gerçekten sevildiğinden şüphe etmelidir.
kadın adamın üşümemesi için üzerini örterse seviyordur.
kadın adamı düşünerek evine yedek diş fırçası alıyorsa onu seviyordur.
kadın adamın en sevdiği yemeğin tarifini öğrenmeye, o yemeği pişirmeye çalışıyorsa seviyordur.
kadın arkadaşları arasında sözünüz geçtiğinde kesinlikle sizin özelliklerinizin hayranı olduğunu söylüyorsa seviyordur.
kadın ofsaytın ne olduğunu anlamaya çalışıyorsa seviyordur.
kadın onlarca ayakkabısının olduğunu, yeni birine daha gereksinimi olmadığını söylüyorsa seviyordur.
kadın adamın sevmediğini bildiği için giyim tarzını değiştiriyorsa seviyordur.
kadın uyumadan önce öpüyorsa seviyordur.
kadın çocuklarınızı doğurmak istiyorsa seviyordur.
kadın annenizle iyi geçinmeye çalışıyorsa seviyordur.
kadın arkadaşlarınızın her birinin adını bilip hatırlarını soruyorsa seviyordur.
kadın sizin sevdiğiniz ama hiç kimsenin size yakıştırmadığı ceketi giymekten vazgeçmenizi sağlayabildiyse sizi seviyordur.
kadın ihtiyaç duyduğunuz değil, istediğiniz bir şeyin sizin için en iyi hediye olacağını biliyorsa sizi seviyordur.
kadın uyanıp yüzünüze baktığında bile güzel görünüyorsa sizi seviyordur.
kadın kendisiyle ilgili birkaç şeyden siz de hoşlanasınız diye uğraşıyorsa seviyordur.
kadının çevresine karşı tepkileriniz onu heyecanlandırıyorsa sizi seviyordur.
kadın arkadaşlarınızın en az üçünden olumlu tepkiler aldıysa sizi seviyordur.
kadın sizi beklemekten sıkıldığını göstermemeye çalışıyorsa seviyordur.
kadının üzerinde en sevdiğiniz parfüm kokuyorsa sizi seviyordur.
kadın size âşık olmanın onu mutlu ettiğini ailesine hissettiriyorsa seviyordur.
kadın en az beş bavulluk eşyasını sizin dolabınıza sığdırabileceğine inanıyorsa seviyordur.
tüm bu belirtiler -ve kim bilir saymayı unuttuğum benzer/benzemezleri- varken hâlâ sizi sevdiğini söylemesini bekliyorsanız körsünüz kesin…
ya da tüm bunları göremiyor ve kör olmadığınızdan eminseniz, buna rağmen sık sık seni seviyorum cümlesi duyuyorsanız, olmayan bir şeye inanmanız için uğraşılıyor demektir.
dikkatli olun…
aşk saklanamayacak kadar parlakça görülür, kelimelere ihtiyaç duymaksızın!

her gün aydın mı?

öyle mi gerçekten? her sabah gün aydın mı? her şeye rağmen uyanabildiğin her gün... öyle olmalı değil mi?

belki mustafa amcanın dükkânının adı "şen kasap"ken, babamın haftada bir hesabı kapattığı bakkalın tabelası yerinde duruyorken; bisikletimin pedallarına uzanmaya çalıştığım günlerde belki...
şimdi her gün aydın değil. her gece "yarın uyanmasam, n'olur tanrım," diye uyurken değil.
en büyük sorumluluklarının farkında ve sadece bu sebeple yaşıyorken, herkesin en ufak yılgınlığında "ama iki çocuğun var, bak..." dediği günlere uyandığında değil. üstelik zaten yaptıklarının farkında bile olmadan yapman gerekenleri sıralıyorsa etrafındakiler, hiç değil!
sağlığını huzuruna, paranı puluna, fikrini zikrine bi şekilde denkleyemiyorsan, değil. doktora git, diyerek hasta olmana bile izin vermiyorlarsa, birinin borcu bitmeden ötekine ihtiyacın oluyorsa, ancak anlaşılabildiğin kadarını anlatıyorsan hiç değil!
her yeni gün belirsiz, bu yüzden de korkutucu bir güne yuvarlanıyorsa, değil. ne yapacağını bilemeyip bakınırken sana kendi yaşadığı zorlukları nasıl atlattığını anlatan insanlara gücünün tükenmek üzere olduğunu hissettiğini anlatamıyorsan hiç değil!
yaptığın her şeyin, eğlenmenin bile yayman beklenen enerji yüzünden "zorunlu" olduğunu bilirken değil. buna rağmen yaptığın çoğu şey için desteği kenara bırak nefret topluyorsan hiç değil!
zaten bildiklerim avutulmam için söylenirken değil...

bana günler aydın başlamıyor. çoğu insanın yatakta doğrulup ayaklarını yere sarkıtana kadar idrak ettiği, banyoya vardığında musluğu açmadan önce adapte olabildiği günlerin aydınlığını ben "mecburen" kabul edebildiğimde neredeyse karanlık çökmek üzere oluyor.
şükretme "zorunluluğum" yüzüme vurulduğunda isyanla dolduğum günler biterken zaten bunları hak etmiyor muydum, diye düşünmekten uyuyamadığım oluyor. yenildiğim gözkapaklarım bile uyumadan önce yine aynı duayı etmeme izin veriyor da, hayat ertesi güne mutlu uyanmama bir türlü izin vermiyor.
her günüm bir diğer günüme, daha fazlasını hak ettiğime inandığım halde yetinmem gerekenleri azaltarak taşıyor. benden fazlasını hak eden çocuklarımın endişesiyle günüm aydınlanamıyor!

evet, evet... gidiyorum, yanaklarından öpüyorum, sabah teriyle mis kokularını içime çekiyorum. öpüyorum, üstlerini örtüyorum. zaten ancak böyle yaparsam sayfalarla dolu çantamı omzuma takabiliyorum. öperken uyandırabilirsem, ilk ali günaydın derse dolmuşa yürüyene kadar yeni bir güne başladığımı idrak edebiliyorum. ancak o zaman günaydın diyenlere nemrut bakmıyorum. hele ikisi de uyanmışlarsa ben çıkmadan, benim dizlerimde yaralarla günaydınlara uyandığım günlerdeki gibi günaydın diyorlarsa ışıl ışıl, o zaman gülümsediğim bile oluyor diğer günaydın diyenlere!

ama yine de uyandığım her gün beni yoruyor!

onun için bana günaydın'ı emretmeyin, n'olur! benim günümün aydınlanması için geceleri bile yıldızlarla ışıldayan insanların güneşinin yaydığından daha fazla ışığa ihtiyacım var...

http://fizy.com/s/1aj6of