düşer o!

âşık oldum ben!
çok âşık oldum hem de… pek üşümeyen biri olmama rağmen sırf o ısıtsın diye dondum. yanmak kolaydı çünkü bana.
“ne zaman ben ütüleyeceğim gömleklerini?” diye sordum o kapı önlerinde gitmeye hazırlanırken, yalvarır gibi.
çok sevsin, seviştikten sonra gitmesin diye, yaptığım yatakları özlesin diye uğraştım durdum. yanında mırıldandım, gittiğinde zırladım kaç gece!
hangi rüzgâr götürürse götürsün, olsun dedim. ağımda o benim, düşer yine kollarıma!
bensiz yapamasın diye uğraşırken onsuz yapamaz oldum. aşk gözümü bürüdü ve yürüdü gitti… tıpkı şarkıdaki gibi.
o başkalarıyla güldü, bana da güldü hatta yersiz. ben kızdıkça o mutlu oldu, ben inledikçe o benim yüzüme bile değmeyen rüzgârlarla gezdi durdu.
ben onun ağıma düşeceğinden eminken, yaşayamam ben onsuz diye ellerimi açıp dua ederken akıttığım gözyaşlarım düştü sadece… çok düştü. o kadar düştü ki, bitti.
bensiz yapamasın diye yaptığım yataklara düşen bendim!
olsun…
hiç âşık olmadan ölmek istemezdim. ona âşık oldum, öldüm. özler diye beklediğim yatakta öldüm hem de!
kimse bana demesin şimdi, “sadece birazcık yaşama sevincine ihtiyacın var, birazcık!”
başkalarını severken onu sevdiğimi unutan bir adamın çaldığı yaşamım için mi?
kimisinin evde oturup çocuklarına sarılırken kıskandığı “eğlenceli” yaşamım için mi?
birçok yazanın “yazı dünyasındaki başlangıcı, kanadı” olduğuma inanırsam yüceleceğini sandığımı düşündükleri yaşamım için mi?
bu dünyaya getirdiğim iki muhteşem çocuğun hayatında var olmak “zorunda” olduğumu söyleyip duranların kuşattığı yaşamım için mi?
kiminkini yaşadığımı benim bile bilemediğim yaşamım için mi?
rahat bırakın beni! içimdeki yaşamın sevince ihtiyacı yok artık. öğrendi, ondan çalınanların eksikliğine alıştı benim yaşamım.
sevinçsiz, heyecansız, zorunlu yaşayabiliyorum ben. bu yüzden rica edicem, sizi kandırmama izin vermeyin.
kıskandığınız eğlencelerim, hayran olduğunuz başarılarım, özendiğiniz mükemmel çocuklarım… neyim varsa bugün hepsinin bedelini misli misli ödedim ben.
kendimi zorladıkça sadece kendimi kandırıyorum, siz zorladıkça sizi…
gittiğim konserlerin, partilerin, eğlenceli yerlerin hiçbirine, en koyusundan içtiğim kahveleri dökmeden taşırken kulbunda parmağımı yaktığım hiçbir fincana, kitabını eline alıp kapağını kapattığı anda gözlerimin içine bakarak “yazabilir miyim acaba?” dediğini unutan hiçbir eli kalem tutana değmez!
düştü hepsi…
çünkü ben çok âşık oldum. çok… ama ona verdiğim hiçbir şey yetmedi. ne özlesin diye içinde beklediğim yatak ne de ütülerken parçaladığım gömleklere düşen damlalar.
ben anne oldum, ama annesinden bile kıskandığım adam düşmedi!
uğraşmadığımı söylemeyin, denedim. ne içersem içeyim her bir yudumunda eğlendiğim bir gece bittiğinde umutlanarak yastığa başımı koyarken rasgele dinlediğim tek şarkıyla silinip gidecek sahte sevinçler için uğraştırmayın beni!
gittiğim konserin bis şarkısını mırıldanarak çıksam da salondan, hayatımı altüst eden tüm cümleleri dizelerine yaymış bir şarkı bulur beni onun özlemesinden vazgeçtiğim yatağımda.
alıştım ben sevinçsiz yaşamıma. böylesini yaşamayı biliyorum artık! zorlamayın…
yatağımı özler gibi özlüyorum toprağımı. üzerine düşecek o tek damlayı… çünkü biliyorum, düşer o!
şimdi izel’in çaldığı gecem bi yana, cemal süreya’nın izniyle lütfen…
küfür diyorum bir saldırmama eylemidir.
insan süsüdür günah.
gömmeden önce biraz gezdirin beni.

kadının yemek derdi

çok merak ediyorum… osmanlı’da kadınlar nasıl yemek yapıyorlarmış?

bana “diziler…” demeyin sakın. merak ettiğim saray yaşamı değil. ben evde kocası için yemek yapan kadınların ne pişirdiğini, işe güce nasıl yetiştiğini merak ediyorum.

maharetimle övünecek kadar hamarat değilim, sadece doyabileceğimiz kadar yemeği yiyebileceğimiz kadar güzel yaparım. süsüydü, tabağıydı umurumda olmaz. ama merak ederim; bir yaprak sarması için emek vermek gereken süreyi düşününce ev işlerinde de hiçbir elektronik yardım almayan kadınlar nasıl yetişiyorlardı her işe?

bu merakımı bildiğinden geçenlerde birazoku’dan tanıdığım muammer “elite word otel’de osmanlı yemekleri günleri başladı,” dedi. “toplanıp yemek yiyelim mi?”

canıma minnet, bulunmaz fırsat!

epeydir görüşmeyi isteyip ihmal ettiğim arkadaşlarımla toplanıp elite world hotel’e gittik. uzun zamandır görmediğim ihtimamı gördüm açıkçası. masanın ortasına kurulmanın ve tombik bir kadın olmanın etkisi sanırım. bir sürü fotoğraf çektim filan, aslında size de göstermek isterim, ama… bir ayarlamak lazım!

piruhi’yi görünce osmanlı kadınlarına dair meraklarım iki kat arttı. ben böyle bir lezzet tatmadım. yoğurtlu tüm yemeklere özel bir hassasiyetim var, kabul. ama bu başkaydı. hünkârbeğendiyi de beğendim tabii. gerçi arkadaşlarımın aşureye benzettiği çorbayla başlayan yemek masasında her şey çok lezzetliydi ama, beni gönlümü inci tatlısı fethetti.

şekerli kahvemizi içerek masadan ayrılmadan evvel, arkadaşlarımdan biri yediği lahana sarmasının içinde pirinç değil de bulgur olduğundan bahsetti. nedenini anlamaya çalışırken otelin halkla ilişkiler görevlisi fatma hanım, yiyecek içecek müdürüyle tanıştırdı bizi. merakımızı da o giderdi. osmanlı döneminde henüz pirinç mutfaklarımızda değilmiş, bulgur kullanırmışız. pilavlarımız hep bulgurdanmış.

her zamanki açlığımdan öte girdiğim otel restoranında karnımı doyururken gülüp eğlenmekle kalmayıp öğrendim de… her ne kadar “yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat,” dese de atalarımız ben yediklerimi anlattım, izninizle…

otelin konum itibarıyla yayınevim için planladığım birçok etkinliğe ev sahipliği yapabileceğini düşünüyorum. bu yüzden buradan sık bahsedersem kızmayın. amy winehouse anma etkinliklerinden, ilham gencer dinletilerinden bahsedip dururken belli mi olur, belki yazarlarımdan biri burada size eğlenceli ve bol sürprizli bir gün vaat eder?

yeterince meraklandırdıysam ayrılıyorum aranızdan…

tarifine harfiyen uyamayacağımı garanti edeceğim bir piruhi yapmanın peşindeyim de ;)