Ölmek öyle bi şey değil…



Ölüm sandığımız gibi bi şey değil! İçinde gibi kelimesinin geçtiği hiçbir cümlede anlatıldığı gibi değil  ölmek. Hele ölene veda etmek… çok başka.
Her gün, yaşadığın her acının sebebi olduğunu düşündüğün birinin ölmesini dilemekle, yaşadığın her acının sebebi olan bir başkasının ölmüş olmasına isyan etmek aynı değil. Sana can verenin aniden ölmesi eski bir fotoğrafta kalan gülüşleri özlemekten öte acı vermezken canını vereceğin birinin yıllar önce öldüğü gün derinden sızlatabilir.
Annem öldü iki gün önce… yokluğuna alışmıştım, güle güle demem zor olmadı. Ama tam yirmi beş yıl önce bugün ölen abime hala veda edemedim.
Hayata tahammülsüz, isyana meyilli kişiliğimin sebebi hangisi bilmiyorum; beni erkenden bırakıp giden abim mi, nereye kaçsam peşimi hiç bırakmayan bedduaların yakıcı dili annem mi?
Kendimi ait hissetmediğim her yerde ruhuma yapışan o iki elin sahibi, bıraktığım yerde kalmayıp her sabah aynada karşıma çıkan yorgun yüzün bi eşi annem… iyi ki gitmenin hiçbir şeyi değiştirmeyeceği günler gelene dek bekledin çekip gitmek için. Neredeyse hiçbir şey hissetmiyorum ne vicdan azabı ne sevinç.  
Ama sen abim… sen beni “bıraktın” da gittin! Yirmi beş yıldır geçmedi sana kızgınlığım.
Hani en çok sevdiğin o kızdan ayrıldığında, günlerce  üzgün evden çıkmadan elindeki kitabın aynı sayfasını bin kere okuduktan sonra çıkıp gitmiştin. Köşeyi dönene kadar duymuştum söylediğin şarkıyı; “Karanlık çökünce sokağımıza, köşede ben varım unutamazsın!”
Döndüğünde anahtarın kapıda bi türlü dönmezken de aynı şarkıyı söylüyordun, unutmadım. “Bir hayal olurum yanı başında, sen beni ömrünce unutamazsın!”
Annemden kalan şarkı mı? Beni içten sevdiğine inanmaya ihtiyaç duyduğumda mırıldandığını hatırlarım hep… kandırırım kendimi. “Dağlar kızı Reyhan, analar kuzusu Reyhan…”
İşte yılların vedası da bir şarkıda, iki günlük hoşça kal da…
Ama ölmek sandığımız gibi değil. Ölüme direnmek de… heves etmek de!
İstemem… kimse kimseye böyle veda etmesin.

kan rüyayı bozar

şimdi bi minik hikâye anlatıcam... yeri mi bilmem ama tam vakti! okumak yetmesin isterim ama, saklayın. kendinize; ona değil, bana saklayın. 

kan rüyayı bozar. hikâyenin adı bu. iki kahramanı var. diğer herkesin hiç sayılacağı kadar "kahraman"lar ama...
bir anın kıymeti bilinsin diye hem akrepten hem yelkovandan hızlı çalışır ya o adını bilmediğimiz üçüncü çubuk. koşar, durmadan koşar ya... hikâyenin kadını öyle biri. adamına koşar da koşar... her dakikasını bir an için yaşar. adamına kavuşacağı bir minik an için. her seferinde o bir küçücük, hemen geçecek an için koştuğunu unutur ama kavuşunca.
o gittiğinde adam düşünür, "onun da üstünden geçecek!" öyle kıskanır ki adam diğer adamı. "ya ona kavuşunca beni unutursa!" her denk gelişinde alır intikamını, ezer üstünden geçerken. yok eder... saklar. kadını onun üstündeyken denk geldiğinde "yok," der. "bak yok ettim onu. kaybetti. ben daha iyiyim."
kadın adamına kavuştuğu tek bir anı o böyle gereksiz bir güç gösterisiyle harcadığı için üzülür, ama üzüldüğünü gösterecek kadar kalamaz ki.
tam elli dokuz an deli gibi koşturmazsa geçmez, ama o bir minik an yorgunluktan ölse bile geçer! "sarıl bana," diyecek kadar vakti olmaz.
"beni tut bırakma, hep burda kalayım... " diyemez. o bunu diyerek anı uçurmaya kıyamaz da adam her seferinde "ben daha iyiyim," der işte!
kadın bilir, eğer yorulur da durursa adam yarıştığı adamın yanına gidemez. ama bu adamın aklına bile gelmez!
kadın bilir, adamı onu tam olarak nerde bekler. ama adamın o gelene kadar istediği tek şey intikamına biraz daha yaklaşmak olur giderek.
kadın bilir, hangi adama koşacağını. en başından... ilk andan! ne olursa olsun durum hiç değişmez.
kadın için kim saati, kim dakikayı gösteriyor fark etmez. çünkü bilir, kendisi koşmasa ne dakika ne saat bir an ileri gidemez!
bu yüzden koşmaya devam eder durmaz. saatleri, günleri koskoca yılları koşar, yorgunluktan bitap tek bir an için. duraklamaktan bile korkar.
ama bir an gelir... hem de sevdiğine kavuştuğu anlardan biri de değil, öyle sıradan bir an işte. içinde koştuğu saatin camı kırılır.
paramparça olur durmadan koştuğu küçücük çemberin camı. savunmasız, şaşkın bir an duraklar adı bile olmayan çubuk. öyle korkar!
ama sadece bir an! hemen kendine gelir, koşmaya devam eder adamına. ama önce akrebin üstünden geçmelidir. az vakti kaldığını anlamıştır.
"ya akrebin üstündeyken duruverirsem," diye düşünür. "yelkovanım kahrolur!" ama sonsuza dek birleşmelerinin belki de tek yolu da budur.
koşar... ıslanır. saati kıranın ağladığını anlar. koşar... üstüne kan damlar. saati kıranın kanadığını anlar. koşar... gücünün sonuna doğru.
bir kere... bir kerecik... tek bir kerecik bile ona doğru bir an dahi gelmeyen adamına doğru koşar. ah o tam akrebin üstündeyken akan kan!
bir damla, bir an, bir minik adım daha... tam pes etmek üzereyken akrep "hadi güzelim," der. "bir an daha! sadece bir an sonra onunlasın."
saat tam beşi yirmi beş geçe durur. kan rüyayı bozar.
saati kıran "peki," der... "ne yapayım, avucum kanar özlemediysen."

.


düşündüm de hiç kendime ait bağımsız dertlerim olmadı benim. mesela hiçbir yoksunluğumu gerçek anlamda dert edinmedim; olmayanıma başkasının ihtiyacı yoksa koşmadım peşinden.
hiçbir zaman hiçbir acımı "benim de şöyle..." diye başlamayan bi cümleyle teselli etmedi kimse. kaybettiklerimden fazlası kaybedilmişti benden daha önce, yetişemediklerim hep birilerinin elinde tutamadığı olmuştu filan. herkes ya hep benden daha dertliydi ya da derdimi küçümseyecek kadar büyüğünü atlatmıştı. sızlanmam hep yersizdi, ya da sebebi benim hatam.
en iyi ihtimalle çektiğim acıyı nasıl atlatacağımı anlattı derdime en yakın olan, hiç hakkım olmadı benim dertlenmeye. hep bi an önce çözmem lazımdı, kendimi toplamam… kimse derdimi benim yerime çözmedi. herkes bana "üzülme," dedi de üzene tek kelime etmedi.
ben de öğrendim iyi kötü kendime yetmeyi. susabiliyorsam sesimi çıkarmadım, kendim yapabiliyorsam kimseyi çağırmadım. çözümünü de bilmiyorsam kimseye derdim var dememeye başladım. çözümsüz dert de çekmedim gerçi, üstesinden gelemeyeceğimi düşündüren derdim olmadı pek.
bugüne kadar!
şimdi de biliyorum ne yapmam gerektiğini, ne yapmamam… ama yapamıyorum!
daha acısı, kimse yardım etmiyor belki de son kez çekeceğim böyle bir sancıyı dindirmeme. hep atlattığım kadar sıradan, değilse de öyle olmalı diyorlar derdime.
benimki kendilerininkinin yanında hiç yine.

geri döndü!



bıraktığının ne olduğunu bilemeyenlerin verdiği tepkide geride kalanların duyduğu acıdan eser yoktur.

gitmek güç kalmak acizliktir. sağlam kalabilmek bile gidenin gösterdiği güçle yarışamaz. giderken ağlasa bile bırakan, sadece geride kalanın hakkı vardır gözyaşlarını göstermeye. kimsenin ummadığı kadar yalnız olan gittiği yolda bir bir bırakır elinde ne kaldıysa. geride kalan gidene ulaşmaya çalıştıkça toplar, yorulana kadar gittiği yola gömer yalnızlığını.
burnuna gelen her kokuda gidenin bıraktığı bir izi arar, geri döneceğini umar… umar o kokuyu her duyduğunda sonra. döndü sanır hatta!

geri döndü…
dönse bile bıraktığı gibi bulamayacağı yer ne kadar geride kaldı peki?


geri dönmenin yolu ulaşmaya çalışılanınkinden uzundur, yorar!
yeniden başlamak bitirmekten zordur, daha çok acıtır!
yanı başında kalmanın huzuruna yenilir yine de yollar.  giden gider, geride kalan o yola bakar.

allah seni kahretsin björk!

sen o şarkıyı söylemeden de yanıyordu canım!
hani böyle avazım çıkana kadar bağırayım isteyip de zorla sustuğum gibi yanıyordu. kendi kendime... 
sen yapabilmişsin de ben neden... allah seni kahretsin!

neden diyorum! kalbim kırığını bağıra bağıra neden söyleyemiyorum? sen söylüyorsun ama! allah kahretsin!

susamıyorum, deli gibi ağlıyorum durup dururken. bir daha hiç gitmeyeceğim yerden dönerken de ağladım yol boyu karnımı tuta tuta. bin şarkı dinledim, dinlesinler istedim. kimse şaşırmadı bunlara... alışık herkes benim böyle acımama. en fazla bu kadarına!

ama benim canım hiç yanmadığı kadar çok yanıyor! tıpkı senin gibi bağırmak istiyorum, anlasalar bu kadar acıdığına şaşırırlar, biliyorum. ama anlatmıyorum! kimseye söylemiyorum; kalbim çok kötü kırıldı, paramparça... söylesem de inanmazlar, her zamanki kadar kırıldım sanırlar, çünkü senin gibi bağıramıyorum kahretsin! 

deniyorum, avunmak istiyorum, izin veriyorum çocuklarımın iyileştirme çabasına. oğlum tren çiziyor istediğim en mutlu yere gidebilmem için tıkı tıkı tıkı... önündeyim hem de trenin, tıpkı söylediğin gibi. ama gidemiyorum! 

arkamda bıraktım, gelmedi... düşünürse biraz yetişir sandım, adımlarım hızlandığından mıdır bilmem, yakalamadı beni. uğraştım son seferinde bu yolculuğun... ama çakıldı tıpkı söylediğin gibi uçak. 
o vazgeçti. belki anladı, senin de dediğin gibi i'm so completely unhealable! ne kadar denese boş... vazgeçti, ben iyileşmem!

ama sen bağıra bağıra söylüyorsun allah kahretsin! eminim geçiyor acın çığlığını yutkunmadığın için. ben dinledikçe daha da diniyor neyse derdin. ama benim boğazım ağrıyor ıslanmasın diye yanaklarımı sildikçe. 
allah seni kahretsin! sus artık... canı yanan benim! 



neden yanımdasın?




neden seviyorsun beni! neden seni sevmem bu kadar önemli? nasıl unuttun benden önce sevdiklerini? nasıl unutamadın ya da; aklında hepsi!
yerime ne zaman seveceksin peki birini? birlikte “öyle” yapamadıklarımızı nasıl yapacaksın anmadan hatırlamadan beni, onunla! hepsini boş ver… neden kıskanıyorum ben geçmiş günlerini?
daha önce söylediğin cümleleri sıfatları, yalnız kalışına ses etmeyip onun gidişine isyanını, duyduğunda gülümsediğin cümlelerin hepsini… ‘ya ben de aynını dersem, gideni hatırlatırsam’ korkusuyla cümlelerim tutuk şimdi.
ben nasıl yepyeni seviyorsam seni, sen de bir tek beni, hep beni, yalnız beni sevmiş ol istiyorum şimdi. nasıl unuttuysam senle her şeyi, nasıl dinlendiyse başım yastıksız; kolunda… sen de öyle benzersiz sev istiyorum beni. daha önce olan her şeyi unutacak gibi!
sustuğumda uyusun dünya, sen konuşurken dönmesin mesela. birbirimize sarıldığımızda yalnız kalsın herkes. kimse kimseyi beni sevdiğin gibi sevmesin. kimse öpülmesin seni öptüğüm gibi.
değişme… benim kal.
gitme… benimle kal.
çünkü bana yalnız yapamayacaklarımı gösterdin. her şeye tek başıma yetişemeyeceğimi, ben olmasam olmayacak onca şeyi taşıyacak kadar güçlü olmadığımı. kimseyle anlaşmak zorunda olmadığımı… tabii kimsenin de benimle. kabul etmenin değiştirmek ya da iyileştirmekten daha doğru olabileceğini gösterdin. gitme şimdi…
kalabalığın yalnızlığı kurtarmadığını anladım, içimde kalmayacaklarsa içime kimseleri sokmamam gerektiğini anladım ya ben… gidersen… gitme!
eksiğimle sevdiğin gibi, fazlam olduğun gibi… hep sev.
“aşk yeni bir şey değil,” derdim, “hep gibi!” şimdi sen çiz, sil o gibi’yi. boz ezberimi.

bazı kuşlar kafese uçar


"korkarım sen yokken bomboşum," demeyi özlemek aşk.
"sen çok güzelsin," dediğinde inanmak.
gideceğinden korkmadan, öylece, olduğu gibi... gitmek istediğinde açık kapısından kafesin ona el sallamak, onu çıkardığın kafeste aşkını saklamak sonra da.
senin kalbine nasıl koştuğunu hatırlamak, hiç aklında yokken. onu çeken yola bakarak seni nasıl sevdiğini anmak.
"bi sona ihtiyacımız varsa bu sonuncu olsun," diyerek kapısını açtığın kafese sonsuzluğu sığdırmak aşk.
geldiğinde sebepsiz gülümsediğin gibi ağlamak belki giderse diye.
onu aradığının fakında bile olmadan sadece parmaklıkların arkasından baktığın başkalarının aşkını kendi kafesine almak, çırpınmak...
“unuttum sevilmeyi,” dediğinde “anımsa o zaman,” demesi aşk. bir kafeslik! içinde her şeyi yeniden öğrenmek, sebepsiz gülümseyerek… uykusuz sevişerek. hep varmış gibi her kuytuyu bilerek, en narin yerini bilirmiş gibi öperek.
gözkapağının içindeki gibi aşk, saklı… sen uyurken seyredeni çağıran. o uyurken senin seyrettiğin rüya aşk. öpersen uyanacak… biterse gidecek.

düşer o!

âşık oldum ben!
çok âşık oldum hem de… pek üşümeyen biri olmama rağmen sırf o ısıtsın diye dondum. yanmak kolaydı çünkü bana.
“ne zaman ben ütüleyeceğim gömleklerini?” diye sordum o kapı önlerinde gitmeye hazırlanırken, yalvarır gibi.
çok sevsin, seviştikten sonra gitmesin diye, yaptığım yatakları özlesin diye uğraştım durdum. yanında mırıldandım, gittiğinde zırladım kaç gece!
hangi rüzgâr götürürse götürsün, olsun dedim. ağımda o benim, düşer yine kollarıma!
bensiz yapamasın diye uğraşırken onsuz yapamaz oldum. aşk gözümü bürüdü ve yürüdü gitti… tıpkı şarkıdaki gibi.
o başkalarıyla güldü, bana da güldü hatta yersiz. ben kızdıkça o mutlu oldu, ben inledikçe o benim yüzüme bile değmeyen rüzgârlarla gezdi durdu.
ben onun ağıma düşeceğinden eminken, yaşayamam ben onsuz diye ellerimi açıp dua ederken akıttığım gözyaşlarım düştü sadece… çok düştü. o kadar düştü ki, bitti.
bensiz yapamasın diye yaptığım yataklara düşen bendim!
olsun…
hiç âşık olmadan ölmek istemezdim. ona âşık oldum, öldüm. özler diye beklediğim yatakta öldüm hem de!
kimse bana demesin şimdi, “sadece birazcık yaşama sevincine ihtiyacın var, birazcık!”
başkalarını severken onu sevdiğimi unutan bir adamın çaldığı yaşamım için mi?
kimisinin evde oturup çocuklarına sarılırken kıskandığı “eğlenceli” yaşamım için mi?
birçok yazanın “yazı dünyasındaki başlangıcı, kanadı” olduğuma inanırsam yüceleceğini sandığımı düşündükleri yaşamım için mi?
bu dünyaya getirdiğim iki muhteşem çocuğun hayatında var olmak “zorunda” olduğumu söyleyip duranların kuşattığı yaşamım için mi?
kiminkini yaşadığımı benim bile bilemediğim yaşamım için mi?
rahat bırakın beni! içimdeki yaşamın sevince ihtiyacı yok artık. öğrendi, ondan çalınanların eksikliğine alıştı benim yaşamım.
sevinçsiz, heyecansız, zorunlu yaşayabiliyorum ben. bu yüzden rica edicem, sizi kandırmama izin vermeyin.
kıskandığınız eğlencelerim, hayran olduğunuz başarılarım, özendiğiniz mükemmel çocuklarım… neyim varsa bugün hepsinin bedelini misli misli ödedim ben.
kendimi zorladıkça sadece kendimi kandırıyorum, siz zorladıkça sizi…
gittiğim konserlerin, partilerin, eğlenceli yerlerin hiçbirine, en koyusundan içtiğim kahveleri dökmeden taşırken kulbunda parmağımı yaktığım hiçbir fincana, kitabını eline alıp kapağını kapattığı anda gözlerimin içine bakarak “yazabilir miyim acaba?” dediğini unutan hiçbir eli kalem tutana değmez!
düştü hepsi…
çünkü ben çok âşık oldum. çok… ama ona verdiğim hiçbir şey yetmedi. ne özlesin diye içinde beklediğim yatak ne de ütülerken parçaladığım gömleklere düşen damlalar.
ben anne oldum, ama annesinden bile kıskandığım adam düşmedi!
uğraşmadığımı söylemeyin, denedim. ne içersem içeyim her bir yudumunda eğlendiğim bir gece bittiğinde umutlanarak yastığa başımı koyarken rasgele dinlediğim tek şarkıyla silinip gidecek sahte sevinçler için uğraştırmayın beni!
gittiğim konserin bis şarkısını mırıldanarak çıksam da salondan, hayatımı altüst eden tüm cümleleri dizelerine yaymış bir şarkı bulur beni onun özlemesinden vazgeçtiğim yatağımda.
alıştım ben sevinçsiz yaşamıma. böylesini yaşamayı biliyorum artık! zorlamayın…
yatağımı özler gibi özlüyorum toprağımı. üzerine düşecek o tek damlayı… çünkü biliyorum, düşer o!
şimdi izel’in çaldığı gecem bi yana, cemal süreya’nın izniyle lütfen…
küfür diyorum bir saldırmama eylemidir.
insan süsüdür günah.
gömmeden önce biraz gezdirin beni.

kadının yemek derdi

çok merak ediyorum… osmanlı’da kadınlar nasıl yemek yapıyorlarmış?

bana “diziler…” demeyin sakın. merak ettiğim saray yaşamı değil. ben evde kocası için yemek yapan kadınların ne pişirdiğini, işe güce nasıl yetiştiğini merak ediyorum.

maharetimle övünecek kadar hamarat değilim, sadece doyabileceğimiz kadar yemeği yiyebileceğimiz kadar güzel yaparım. süsüydü, tabağıydı umurumda olmaz. ama merak ederim; bir yaprak sarması için emek vermek gereken süreyi düşününce ev işlerinde de hiçbir elektronik yardım almayan kadınlar nasıl yetişiyorlardı her işe?

bu merakımı bildiğinden geçenlerde birazoku’dan tanıdığım muammer “elite word otel’de osmanlı yemekleri günleri başladı,” dedi. “toplanıp yemek yiyelim mi?”

canıma minnet, bulunmaz fırsat!

epeydir görüşmeyi isteyip ihmal ettiğim arkadaşlarımla toplanıp elite world hotel’e gittik. uzun zamandır görmediğim ihtimamı gördüm açıkçası. masanın ortasına kurulmanın ve tombik bir kadın olmanın etkisi sanırım. bir sürü fotoğraf çektim filan, aslında size de göstermek isterim, ama… bir ayarlamak lazım!

piruhi’yi görünce osmanlı kadınlarına dair meraklarım iki kat arttı. ben böyle bir lezzet tatmadım. yoğurtlu tüm yemeklere özel bir hassasiyetim var, kabul. ama bu başkaydı. hünkârbeğendiyi de beğendim tabii. gerçi arkadaşlarımın aşureye benzettiği çorbayla başlayan yemek masasında her şey çok lezzetliydi ama, beni gönlümü inci tatlısı fethetti.

şekerli kahvemizi içerek masadan ayrılmadan evvel, arkadaşlarımdan biri yediği lahana sarmasının içinde pirinç değil de bulgur olduğundan bahsetti. nedenini anlamaya çalışırken otelin halkla ilişkiler görevlisi fatma hanım, yiyecek içecek müdürüyle tanıştırdı bizi. merakımızı da o giderdi. osmanlı döneminde henüz pirinç mutfaklarımızda değilmiş, bulgur kullanırmışız. pilavlarımız hep bulgurdanmış.

her zamanki açlığımdan öte girdiğim otel restoranında karnımı doyururken gülüp eğlenmekle kalmayıp öğrendim de… her ne kadar “yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat,” dese de atalarımız ben yediklerimi anlattım, izninizle…

otelin konum itibarıyla yayınevim için planladığım birçok etkinliğe ev sahipliği yapabileceğini düşünüyorum. bu yüzden buradan sık bahsedersem kızmayın. amy winehouse anma etkinliklerinden, ilham gencer dinletilerinden bahsedip dururken belli mi olur, belki yazarlarımdan biri burada size eğlenceli ve bol sürprizli bir gün vaat eder?

yeterince meraklandırdıysam ayrılıyorum aranızdan…

tarifine harfiyen uyamayacağımı garanti edeceğim bir piruhi yapmanın peşindeyim de ;)

son yaprağıydı güzün

beni ilk kez öptüğünde, dudaklarından hiç ayrılamayacağımı düşünmüştüm. gözlerimde kendi etkine bakabilmek için omuzlarımdan tutup beni kendinden biraz uzaklaştırdığında gözlerimi açmakta zorlandığımı hatırlıyorum. bunu yine öpülmek istediğime yormuştun galiba... baş döndürücü ikinci öpüşünün ardından yeniden nefes alabilmek için ayrıldığımızda ayaklarım yerden kesilmeden önce gökyüzüne doğru bakabilmiştim. evin kenarından görülen ağaçtan bir yaprağı kaldırıma, küçüklü büyüklü karelerin üzerine düşerken gördüm. bir öpücük daha gelirse beni öldürmekten korktuğunu düşüne düşüne yürümeye devam ederken yerden yaprağı alıp geriye doğru dönerek ağaca bakmıştım. ağaçta hiç yaprak yoktu. o koskoca ağaçta hiç yaprak kalmamıştı. ağaç son yaprağını, aşkımızı örtmek için düşürmüştü...

son yaprağı düşmüştü güzün, ben böyle başlamıştım... sen ruhumun içinde gezinirken var olduğuma dair tek kanıt o yaprak oldu yıllarca... seni özlerken o yaprağın üzerine avcumu yapıştırıp sanki el ele tutuşmak üzereyken açılmış ellerimizi birleştiriyormuşuz gibi gelir, rahatlardım.

kendim olurken senle kalabilmek için çok kez ortaya çıktı o yaprak defterlerimin arasından. bocaladığım her an çevirdiğim bir defterden, kitaptan ortaya çıkıvererek "senin" olduğumu hatırlatıp durdu bana. ben olmamın ancak böyle mümkün olabileceğini...

o yaprak büyük fotoğraf albümümüzün arasında, seninle ilk çektirdiğimiz resmin yanında duruyor. ben gittiğimde sen de avcunu açarak yaprağa yapıştır sevgilim. tut elimi...

gidiyorum farkındayım. kim bilir hangi ağacın son yapağıyım?

sen beni çınara yakıştırırdın. çınar gibi kadınsın derdin. ne güçlüsün, ne eğilmezsin, ne dinginsin, bilir gibisin hep derdin. kim bilir hangi çınarın son yaprağı düşüyor şimdi. ben giderken hangi kaldırımın üzerinde bir çift âşığın ilk öpüşüne şahit olacağım. çürümek üzere bir süpürgeyle toplanacak mıyım, yıllarca bir defterini kitabın, albümün arasında saklanabilecek miyim. kaldırımda kalakalmış halimin hatırası birinin aklından geçip gidecek mi ara sıra?

ruhuna dokunacak mıyım bir mevsim boyunca yeşil halimi özleyecek birinin?

biri ilkbaharı özlerken kitap ayracı olarak güzün son yaprağını mı kullanacak, bilmiyorum ki!

artık ben değilim, senin değilim çünkü...

düşen son yaprağıyım güzün; kim bilir kimim?

hala elimi tutabilirsin, henüz gitmedim. artık mevsimler geç dönüyor, var birkaç yaprak daha...

biraz daha tut elimi, bilmiyorsun ama burdayım, hisediyorum hala; üşürken!

elimi tut... biraz ısıt!

*

Benim istediğim bu değildi. Bana bıraktığın bu olmamalıydı.

İkimizin de uzak durduğu, uzaklaştırdığı ne varsa onların yığıldığı yerde beni tek başıma bıraktın. Kokuyor burası. Sen değil, ben değil, biz değil; pis kokuyor… Bu kadar beyaz bir yer nasıl böyle kokabilir? Evet, ilk evimizde her yer beyaza boyanmışken aynen böyle söylemiştin… biliyorum. Ama sonra o ev biz kokmuştu yavaş yavaş. Mutfağı ben kokardı, banyosu sen. Tıraş losyonun… televizyonun karşısındaki koltuk da sen kokar, dı… Beni burada böyle bırakamazsın! Pis beyaz gözümden akıyor, dökülüyor damla damla. Beni burada bırakma.

Yağmur yağıyor, camları dövüyor damlalar kocaman kocaman… kahve getir bana hadi, fincanları koklaya koklaya. Pencereden bakarken yaklaş arkamdan, yanıma gel, yanımda dur. Hayır hayır, gelme! Çıkar beni burdan! Fincanları bırak pencerenin kenarına, gidelim… kahve bile kokmuyor, pis burası! Bırakma beni, beklemek çok kötü. Gözlerimi açamıyorum. Hâlâ burda mıyız? Burda mısın hâlâ? Beni bırakma!

Annem çağırıyor. Elimi bırakma!

“Kimse bilmesin seni sevdiğimi, nazar değer,” demiştin ilk kez elimi tuttuğunda. N’olur şimdi elimi bırakma. Yağmur çarpıyor. Şu ağaçtaki son yaprak da düştüğünde gitmiş olacağım zaten, n’olur “şimdi” bırakma!

*

“Sevişmek istiyorum. Uyanmak ve sevişmek. Ruhum uçana kadar seninle sevişmek istiyorum. Kalan her şeyi seninle sevişebilmek için yapmak… uzan bana.”

Kırmızı tuğlalı o binanın duvarına yaslandığımda sol kolunu omzumun üzerinden uzatıp yüzünü yüzüme iyice yaklaştırdığın zaman nefesinden yayılan karanfilli kokudan başım dönmüştü. Kımıldayamaz, kıpırdayamazdım.

“Uzan bana!” diye emrettin. Yalvarır gibi emredilir mi? Öyleydin…

Seni bana çektim ceketinin kenarını sıkıca kavrayıp. Sol kolun omzumun üzerinden belime kaydı. Dudaklarım uyuşana kadar öptün, içimde ol istedim sağ kolun boynuma dolanıp elin saçlarımı kavrarken… o günden beri içimdeydin.

korkularımı evcilleştiremem!


“Keşke korkmasaydık bu ilişkinin gideceği noktadan. Keşke iyi geldiği kadar acıtsa, yaksa bittiği zaman. Yaşadık, acıdı, diyebilseydik, hiçbir şey yaşamamış gibi, etkilenmemiş gibi yapacağımıza.

“Bir sürü keşke’m var benim. İyi ki’m ol sen…” demişti kadın adama.

Adamın kendinden beklenmeyen, iç burkan, bulandıran cevabı açık, çarpıcıydı:

“Korkularımı evcilleştiremem!”

Kadın korkutan varlığının; denge bozan, sürekliliğinden çekinilen varlığının başka kimlerin keşke’sine sebep olduğunu düşündü. Keşke’lerine…

Bacakları, kolları uyuştu. İçinde, korkuttuğu adamların nefesleri, parmaklarının ucu karıncalandı. Kendini bırakmaya zorladığı halde, gitmesini istediği adamların ellerini hissetti parmak aralarında. Neden sonra kendi yumruğunu sıktığını anladı; eklemleri bembeyaz olana dek.

Tüm gücünü kendisini korumak için harcamasaydı neler olabileceğini, nerde olabileceğini düşünmek istemedi. Ama engel olunması çok güç bir şey aklını kendinden izinsiz kontrol ettiğinden, ilk aşkından şimdi karşısında duran adama kadar sürüklendi… sürüklendi. Kalıntılarıyla yol oluşturan küçük akarsular gibi kala kala nerelere aktığını düşündü: Bilmeden neler bıraktığını! Bilerek nelerden vazgeçtiğini…

Uzanıp öptü adamı, “Sakın evcilleşme, ayrık kal! Şaşırt, boz beni… ne olacaksa burada, bu güneşin altında, huzur çarparken olmasın! Aklıma ihtiyacım var,” dedi kadın.

Adam koltuğundan kalktı, bacaklarını uzun süreden beri oturmaktan rahatsız eden kaslarını gerdi, gökyüzüne uzandı. Açılan tişörtünden görünen göbeğine uzanmak istedi kadının dudakları. Adam bunun farkında olmadan güneşin bir iki saniyede ısıttığı dudaklarını kadının dudaklarına yasladı. Nefes almadan, konuşmadan, hiç hareket etmeden birbirlerinin dudaklarına yaslandılar. Kısacık bu duruştaki desteği hem aldığını hem de verdiğini hissetti kadın. Cevap vermek için ne şehvete ne de sevgiye gerek duydu. Aynı anı bir daha, bu kez kendi uzanarak yaşatmak istedi. İki dudak birbirine bir kez daha sadece ‘değdi’.

Birbirlerinin hayatlarına değdikleri gibi… İç içe girmeden, dahil olmadan, karıştırmadan, ezmeden, acıtmadan! Değdiler birbirlerine. Kadın adama hiç “Neden geciktin?” demedi. Adam kadını hiç eleştirmedi okumadan uyuyamıyor diye. Kimse kimseye karışmadı. Birbirlerine durdukları yerden değdiler. Kendi yerinde, yerli yerindeydi her şey. Kimse kimseye “Beni benden aldın,” demedi…

Yine yerine geçti adam, garsona uzattığı elinin parmaklarındaki tava yanıklarına baktı kadın. Bir gece önce birbirlerine parmaklarındaki yaraları gösterip nasıl oluştuğunu anlatırken farkında olmadıkları, ihtiyaç hissedip anlamlandırmadıkları duyguların arasındaki şefkat ikisinin dışında herkese parlamıştı. Oysa adam kadına sadece, “Daha dikkatli olmalıydın,” demişti. Kadın adama, “Bu parmağındaki daha kötü görünüyor.” Öpmemişti yarasını adamın, merhem önermemişti, oluşturan kazaya şaşırmamıştı. Var olanı kabullenmenin zorunluluğu yansımıştı sadece adama. Nasılsa ikisi de ‘geçeceğini’ biliyordu.

Yaklaşan garsona gülümsedi adam, kadının gözlerinin içine bakarak, “Kahve?” dedi sorar gibi.

Kadın kafasını bile sallamadan, adam garsona iki sert sade kahve istediklerini söyledi. Garson uzaklaşırken telaşla yerinden kalktı adam. Dört adım sonra garsona yetişip bir şeyler söylediğini yan masadakiler gördü. Kadın adamın nereye gittiğine bakmadı bile. Çünkü nereye gidiyor olabileceğini düşünmemişti; biliyordu.

Garson kahvelerle birlikte kadının çok sevdiği bitter çikolatadan da getirmişti. Adamın dışarıdan almasını istediği çikolata için garsona ayrıca para vermek üzere kalktığını biliyordu masadan. Kadın bir yudum kahve aldıktan sonra çikolata paketini ağır ağır açarken adamın ona bakmayan gözlerine baktı. Bacağını hangi sıkıntısını bertaraf etmek için sallayıp durduğunu düşünmedi. Ağzına bir parça çikolata aldı. Dilinin etrafında dolanan çikolata yüzünden geveleyerek, “Yanaşsana biraz,” dedi adama.

Sandalyesini yerinden doğrulmadan, poposunu hafifçe kaldırarak kadınınkinin yanına çekti adam. Sonra ellerini masaya dayayarak kadının boynuna, saçlarının arasına uzattı burnunu… Koklarken aldığı nefes kadının boynundan adamın genzine güneşin ılık tadını taşıdı. Biraz daha koklasa sarhoş olacakmış gibi kapattı gözlerini adam, kadın da gözlerini kapatıp yüzünü güneşe doğru döndü. Boynunda kendisini gıdıklayan adamın dudaklarına uzandı sonra, ağzındaki çikolatanın henüz erimeyen parçasını onun ağzına aktarana kadar dilini tatmasına izin verdi… ikisinin de yaralı parmakları dolandı birbirlerininkine.

Buna ne kadar devam edebileceklerini bilmiyorlardı. Saatlerce belki, ayrılmaksızın! Ama kadın kendisini ‘herkesin içinde’ öpmekten çekinmeyen bir adama alışık değildi. Tedirginliği adamı durduruyordu.

Yan masadaki kırmızı tişörtlü adamın kahvaltısını kurcalayan çatalı yere düşerken kulaklarını çınlatmasa bu kez daha uzun sürebilirdi. Gözlerini açamadan ayrıldılar birbirlerinden, adam parmaklarını ayırmadı kadının avucundan. Burnunu hâlâ kadının saçlarını koklar gibi çekti. Ellerini bırakmadan fincanlarına uzandılar. Adam fincanını kadına doğru uzatarak yudumladı kahvesini. Kadın fincanın üzerinden adamın saçlarındaki buklelere baktı güneşten yemyeşil olmuş gözleriyle.

Aralarında başlayanın sürmesi gerekmiyordu, tıpkı bitmesi gerekmediği gibi. Adlandırmak istemedikleri ilişkinin içinde yer almaktan memnun, batmayan, çizmeyen, sarsmayan; yutmayan, kavramayan, bu aidiyetin tadını çıkarıyorlardı. Ilık bahar güneşi gibiydi onları çevreleyen. Sıcak ama terletmeyen!

Kadın, ‘Acaba ne zaman bir eksiklik hissedeceğiz?’ diye düşünmüyor değildi. Ama ne kadar düşünürse düşünsün bu adamın kendisini sevdiğini göstermesi için bir şey yapmasını isteyebileceğini sanmıyordu. ‘Beni seviyorsa böyle davranır,’ diyebileceği bir durumla karşılaşabileceğini sanmıyordu. Bununla yüzleşmesi de gerekmiyordu öyleyse… rahatça bırakabilirdi kendini adamın dudaklarına, kollarına. Adamın gölgesine ihtiyacı yoktu, ama serinliği iyi geliyordu.

Adamsa aklında kalanlar önünde uzananlardan daha derin olduğu için rahattı. Ona göre yaşadıklarından farklı olsa da yaşayacakları, ne ağırlığı ne de yoğunluğu kendisini şimdiye dek sarsıldığı kadar sarsamazdı. Hazırlıklı hissediyordu kendisini yanındaki kadına, ardındaki kadınları unuttuğu kadar. Uzaktan gördüğü, ama kim olduğunu seçemediği her sarı saçlı kadını bir önceki sevgilisine benzetse de, etli dolma kokusu elleri tombik sevgilisini hatırlatsa da, yanağında iz bırakan kazada yanında tartıştığı o kadını aynaya her bakışında küfürlerle ansa da, ilk aşkını her mimiğine kadar tekrar tekrar anlatabilecek kadar ezberinde tutsa da, her birini unutmuştu. Gözlerine uzanmak istediği kadına hazırdı. Kahvesini çikolatayla sevişine, utangaçlığına, hevesine, hüznüne hazırdı.

“Gidelim mi?” diye sordu kadın.

“Nereye?” diye sormadı adam. Kadının da bilmediğini biliyordu.

Garsonu hesap istemek için çağırdı. Ellerini imza atar gibi yaptığında kadının gözleri parmaklarının yanan yerlerindeydi.

Diğer elini uzattı kadına adam. ‘Bakma, daha iyi,’ der gibiydi.

Sıcaktan bunalmayı özlemiş halde bahar taşıyan pardösüsüne sarındı kadın. Adam onun üşümeyi de giyinmeyi de sevmediğini biliyordu. Bir iki saat önce öğrenmişti. Sıcağa bu kadar hevesli bir kadının sarınmaya bu kadar ihtiyaç duymasında şaşılacak bir şey yoktu. Ama kadının beline sarılmak için her uzanışı adamı çileden çıkarıyor, kadını bir yere yaslayıp omuzlarına bastırmamak için kendini zor tutuyordu. Hatta bazen kendini tutamayıp kadını bu şekilde defalarca öpmüş, nefessiz bayılmak üzere bıraktığı kadının kızaran dudaklarından utanmasına sebep olmuştu.

Adam korkuyordu. Alışmaktan, huzurdan, dengeden, kadının kendine göre sevip sevilmeyi beklemeyişinden… ve buna izin verecekti. Korkmaya hazırdı! Alışkanlıklarından vazgeçmek konusunda deneyimliydi. Vazgeçebildiği her şey onu güçlendirmişti. Buna da hazırdı. Ama korkmadığını söylemek aptalca olurdu. Canını yakacağını bile bile dalıyordu kadının gözlerinin derinine. O derinde boğulacağını, yutkunamayacağını, nefes alamayacağını, boğulacağını biliyordu. Hazırdı!

Ellerini kadının pardösüsünün altından beline doladı. Pantolonun kıvrımından içeri doğru birazcık soktuğu parmakları kadını ürpertti. Dudaklarını uzattı adama, ağzında yine bir parça çikolata vardı.

Denizin kokusu çağırdı yanına karmaşa dolu çifti. Aynı yöne doğru yürüdüler konuşmadan. Güneş saçlarını ısıtıyordu ikisinin de. Kadın saçını tutturmak için arasına soktuğu kalemi çıkarınca saçları dağıldı. Hafif rüzgârın dalgalandırdığı saçlarından elmalı şampuan kokusu yayıldı, adam kadının boynuna bir kez daha uzandı. Kadının teninin tadı ve boynunda saklanan kokusu adama huzur veriyordu. Sanki huzur maddeymiş gibi, ellerinin, dudaklarının arasındaymış gibi…

“Bundan vazgeçmek zor olabilir,” dedi.

“Elmalı şampuandan mı?” diye sordu kadın gülümseyerek. Dişlerini birazcık gösteren bu gülümsemede dudaklarının aldığı şekil adama kalbinin nerede olduğunu hissettiriyordu.

“Çok tatlısın, biliyorsun değil mi?” dedi adam. “Laf olsun diye değil, gerçekten bir tadın var. Dilimde eriyen, içime dolan bir tadın var. Şunun gibi diyemeyeceğim, ama benzerini bulsam senin gibi diyebileceğim bir tat. Anlıyor musun? Biraz mayhoş, ekşi değil… ama serin bir tat. Nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum.”

“Erik gibi mi?” diye sordu kadın. Huzursuzdu; yer etmekten, değer bulmaktan, dengelenmekten korkuyordu. Adamın aksine korkmaya hazır değildi.

“Eriğin tadı senin tadına benzeyebilir belki, ama hayır. Sen erik tadında değilsin. Başka bir şey. Dedim ya, şunun gibi diyemem.”

Gülümsedi, nazlandı kadın… Hiçbir şeyi ciddiye almamaya kararlı, nefessiz, huzursuz, duygusuz, şehvetin arkasına saklandı. Elini adamın pantolonunun arka cebine soktu ve adımlarını onunkine uydurdu. İkisinin de sağ bacağı aynı anda öne adım attı. Sıra sol ayağa geldiğinde yine senkronu tutturdu kadın. Onun bu uyum çabasına küçük bir zıplamayla karşılık verdi adam. Dengeyi bozmanın kendi elinde olduğunu anlatmaya çalışır gibi. Bir şeye gerek yoktu. Kendisine ayak uydurulamayacağını anlatır gibi. Kadının uzun tırnaklarını adamın avucunun içine batırmasıyla son buldu bu oyun. İkisi de kendi yollarıyla baş edilemez olduklarını gösterdiler birbirlerine. Uymaya gerek yoktu. Denge şart değildi. Aynı anda aynı yerde olmaktan öte hiçbir şeye ihtiyaçları yoktu.

Günahlar


Giriş

Ezan okunuyor.

Eminim bu ülkedeki hiç kimse onları ibadete çağıran bu sesi benim kadar sabırsızlıkla dinlemiyordur. Ne ibadetlerine başlamak için ne de heyecanla yaptıkları neyse devam etmek için. Belki de kanıksamış kulakları Allah’ın yakarmaya davet ettiğini hatırlatmak isteyen bu sesi duymuyordur bile.

Çünkü kimisi sokak ortasındaki hararetli tartışmasını ezana rağmen kesmeyen çiftin çıkardığı gürültüye ezandan daha ilgili. Kadının tükürüklü çığlıkları camiden gelen sesi rahatlıkla bastırır. Adam ruhundan uzaklaşmak üzere gibi; bedeni gergin. Elleri ancak yumruğa dönüşerek olmaları gereken yerde durabiliyor.

Kadın ezanla aynı anda susuyor. Adamın yumruk elleri havaya hiç kalkmadan ezan bitiyor.

Beklediğim buydu… Sabırsızlıkla!

Çünkü ezan nasıl herkesi ibadete davet ediyorsa, vakit de beni öyle günaha davet ediyor. Ruhum parmak uçlarımdan sızarak havaya karışmak istiyor. Sanki bedenime ihtiyacı yokmuş gibi…

Günün son ezanı. Türkiye’de kaldığım on yedi gün boyunca her gün bu vakitteki ezanın bitmesini bekledim…

Yazın tam ortasında burada ancak bu son ezandan sonra tamamen gece! Günahlarım ancak bu vakitte saklanabiliyor.

Kargaşayım ben!

Çiftin dudaklarından dökülen huzursuzluğun çevrelerindeki herkesin merakına yayılması gibi, ben de ayrıldıkları sokağa yayılıyorum.

Kadının ardından!



Kadının Ardından

Karşısındaki adamın gözlerinde çaresizlik bırakan kadının bıkkınca salınan kalçalarının ardından yürüyorum. Bacaklarım dizlerimi rahat rahat bükebiliyor. Ayak bileklerim yoldaki girintili çıkıntılı döşemeye akıp yayılma isteğime uyarak neredeyse sürünür gibi yürümemi sağlıyor. Sert zemine basıyor değilim; ayaklarım yolu emiyor…

Ve kadın ardında olduğumu fark etmiyor!

Onu, çaresiz bırakıp şiddeti düşündürttüğü adama bağırdığı andan beri istediğimi de bilmiyor. Hırslı, hızlı adımları yavaşladığında ben de esnediğini görebilecek kadar yakınına varmış oluyorum. Sokak lambalarının seyrekleştiği, karanlığa rağbet etmeyenlerin çekilip ıssız bıraktığı yolun ona yetiştiğim kısmında bir kez daha esnediğini görmekten rahatsızım. Sanki sadece yirmi dakika önce etrafını umursamayacak kadar sinirlenirken normal olmadığını kanıtlamıştı. Şimdi gayet insani bir hareketle normale dönüyor. Evine girdiğinde hiçbir şey olmamış gibi uyuyabileceğini anlamaktan hiç hoşnut değilim.

Esnemesi ne kadar insaniyse umursamazlığı o kadar şeytani.

Yanına iyice sokulduğumda bedenim sağını, kolum sol omzunun üzerinden boynunu kavrıyor. Her şeyiyle kendisine ait bir kadına sokakta, ardında yürürken aniden sarılıveren bir adam gibi…

Zaten o da boynunu kavrayan koluma bakmak için başını soluna doğru çevirirken tek kelimesini öğenemediğim kendi dilinde az önce tartıştığı sevgilisinin adını anarak bir şeyler söylüyor. Adamın adını kavga ederken de bağırarak söylediği için anımsıyorum. Sağına dönmek için başını çevirdiğinde son sözlerini duyuyorum. Benim sevgilisi olmadığımı anladığı an ölüyor. Son sözleri beni hiç etkilemiyor. Ölmek üzere birinin son sözleri değil çünkü… öleceğini hiç düşünmezken, birdenbire, aniden ölüyor.

Boynuna sapladığınım iğneyi çıkarıp kadına daha sıkı sarılıyor ve adım atmadığını kimsenin anlayamayacağı kadar kavrıyorum belini.

İncecik… Hatta o kadar ince ki yarım saat önce ezan sesini bastıracak kadar bağırabilmiş olması bile şaşırtıcı geliyor.

Huzursuzum.

Bu huzursuzluk o kadar kaygan ki dengemi kaybetmekten korkuyorum. Bacaklarımın dizlerimi, ayaklarımın yolun çetrefilli taşlarını reddedeceğinden korkuyorum. Huzursuzluğum kadının ensesinde düzensizce, önemsemeden topladığı saçlarından kayabilmek için yer arıyor. Saçını öylesine toplayan tokayı çıkarıp yere atıyorum. Kadının omuzlarından aşağı akan saçlarıyla huzursuzluğum aynı anda aşağı doğru kayıyor.

Ensesine değen saçlarından yayılan kokuda kadının hâlâ yaşadığından korkutan bir ferahlık var. Yaz gecesinden beklenen ter kokusunu duyamıyorum. Oysa on yedi gündür burada dört kilo verecek kadar terledim. En son yirmi yaşımdayken bu kiloda olduğumu hatırlıyorum.

Buraya gelmeye karar verdiğimden bahsettiğimde arkadaşlarımın methettiği Türk yemeklerine yanaşmam mümkün değil. Patlıcanın, biberin en ağır soslarla kızarmadığı bir yemek yok gibi. Bense servisteyken bile bu tarz bir yemeği görmeye tahammül edemiyorum.

Türkiye’de bolca salata, balık ve uzun uzun kahvaltı ettiğim menülerden faydalanabildim sadece. Dolayısıyla sağlıklı beslendim. Dolayısıyla eskisinden de iyi görünüyorum.

Kollarımdaki kadın yaşıyor olsaydı hayır diyemeyeceği bir erkek olduğumdan emin, nereye doğru gittiğini bilmediğim sokağın geldiğim; bildiğim yönüne dönüyorum.

Sadece iki bacağın hareket verdiği bu iki bedenin yorulanı olarak nereye kadar gidebileceğimi bilmediğim için etrafta sakin bir kuytu olup olmadığına bakınıyorum dikkatle.

İstediğim tek şey itirazsız bir öpücük. İtirazsız ve sakin… ilk sokak lambasının altında itaatkâr kadınımın son nefesini verdiği dudakları aralıyorum. Ne sevgilisinin kadının sandığı gibi arkasından gelmesinden korkuyorum ne de başkasının bizi görüp ayıplamasından… zaten böyle ıssız bir sokakta öpmez de ne zaman öper sevgilisini bir adam?

İkinci uzun öpücük için can atsam da ayakta zorlukla tutabildiğim kadının çirkin yüzünü seyrediyorum biraz ışığın altında. Saçlarını alnından geriye doğru tarıyorum parmaklarımla. Ferah şampuan kokusu burnuma çarpınca daha fazla dayanmamın zor olduğunu hissediyorum. Avuçlarım terliyor.

Huzursuzluğumu geri istiyorum.

Neden bu sokaktan kimse geçmiyor? Sevgilisi neden kadını sakinleştirmek, barışmak için ardından gelmedi? Neden bu kadar sessiz gece?

Aniden havlamaya başlayan bir köpek, gitarın sadece bir teline sertçe basıldığında çıkan ses gibi bir ses çıkarmama neden oluyor. Ses boğazımdan değil aklımdan çıkıyor! Kadını daha çok istiyorum. Kımıldamayan dudaklarını davet edercesine ıslatsa beni böyle etkileyemezdi. Aşağı doğru kayan başını ensesinden tutarak doğrultup biraz daha öpüyorum. Nefesinin bana eşlik etmiyor olması daha da kışkırtıcı! Nasıl istersem öyle öpüyorum. Dudaklarım ıslanıyor, kadının ağzı kanıyor…

Kadının ölüyken bile bana bir şekilde tepki vermesine tahammül edemiyorum. Kafasını sokak lambasının direğine vurarak hınçlanıyorum.Ensesinden iyi kapatılmamış bir musluktan akar gibi kan akıyor… ellerimin ıslanması hoşuma gitmiyor. Kadını bırakıveriyorum.

Köpeğin çığlık attığını sanıyorum. Havlaması ulumaya değil, sanki çığlığa dönüşüyor.

Burdan gitmeliyim… Burda işim bitti!

Bıraktığım anda yığılıyor kadın… öyle çirkin ki. Onu orada öylece bırakıp sokağı bitiriyorum, adım adım. Her bir adım bir sonrakinin önüne geçmek için can atıyor. Elimde değil, içime bir sevinç yayılıyor, huzursuz olmam gerektiğini düşünsem de. Ama şimdiye kadar yakalanmadım. Hiç… Bu durumun garip olduğunun farkındayım, ama öldürdüğüm kadınlar hakkında hiçbir haber çıkmadı gazetelerde. Kimse onların öldüğünün farkında değil sanki. Yine de yarın akşam İstanbul’dan ayrılmaya karar veriyorum. Bu ‘son’du! en azından onun sonu…

gizli

gizliydin…

ders kitaplarının arasında saklanan fotoğraflar gibi. kimse görmesin diye çekilen perdelerle korunan bir oda gibi. iç çamaşırı gibiydin; varlığı belli, kendi görünmez.

hayatıma gizliydin.

yanımda değilsen aklımdaydın. çiçekleri sularken. bitiremediğim romanların sayfalarını kıvırırken. aynaya bakarken. beni nasıl gördüğünü hep merak ederdim.

masa örtülerim gibiydi çarşaflarım da… gergin. sadece kendi gömleklerim ütülüydü askıda. hep aynı tabak ve bardağı kullanıyordum boğazımdan lokma geçmezken. seni beklemek yoruyordu beni, koltukta bezgin uyurken. susmaktan sıkılıp çığlık atamadığım kabusladan uyanıyordum, ıslanan yastığımdan seninkine geçerken.

yalnızlığıma gizliydin.

birileri bilse bizi yalnız bırakmazlar diye saklıydın.

ev kedisi

“sana söylemiştim,” dediğinde cevap verebilmek için hayatımdan birçok şeyi eksiltebilirdim. dişlerimi hiç fırçalamamaya razı olabilirdim mesela, “ne söylemiştin, allahın delisi!” diye bağırabilmek için. ya da göbeğimde biriken pamuklara karşı duyduğum şefkati olduğu gibi bir evcil hayvana aktarabilirdim sırf bunu yapabilmek için.

“sana kıskanıyorum demiştim. sen ne dersen de hiçbiri senin gibi artniyetsiz düşünmüyor, hepsi seni istiyor, demiştim. dinledin mi beni? hayır!”

hâlâ duyuyorum sesini. suratının tam ortasına patlattığım tokattan sonra uyuşuyor olsaydı parmaklarım keşke böyle!

***

sabahın ilk saatlerini birbirine bitişik apartmanların arasında nerede yaşadığını kimsenin söyleyemeyeceği bir horoz sesiyle algıladım. horoz ruhuma doğru bağırıyordu sanki, bir an doğrulup kulağımın dibinde ötüyor olabilir mi diye baktım hatta. nerde olduğumu, nasıl geldiğimi hatırlayana kadar geçen iki saniye içinde tüm organlarımın yerinde olup olmadığımı anlamaya çalıştım. acısını hissettiğim tek yerim başım olduğu halde sağlam olduğumu anladım bir şekilde. ancak o zaman kafamı çevirip onun ne halde olduğuna baktım. bilincimin hem yerinde hem benden uzak olduğu saniyeler içinde nerde olduğumu bildiğim halde kiminle olduğumu hatırlayamadığım olmuştu birkaç kez daha. bu kez bu eve daha önce gelmediğim halde nasıl geldiğimi biliyor, bu kadını daha önce görmediğim halde nasıl seviştiğimizi hatırlıyordum. açıklığa kavuşmayan tek şey horozun gayet gerçek varlığıyken ezan sesi de karıştı tavuksuz olduğunu anladığım ötüşe…

kafamın ağırlığını boynumun sızısı almaya başlarken yerimden doğruldum. sabah olmuştu, öyle ya… gitme vakti! giderken götürmek istemediğim tek şey yanımda yatan kadının kokusu olmasına rağmen duş almak aidiyet hissettirebilir diye çekinip üstümdekileri nerede çıkarmış olabileceğimi hatırlamaya çalıştım. başaramayacağımı anladığımda çok geçti. kadın uyanıp uzun tırnaklı parmaklarını sırtımda gezdirerek “hemen gidiyor musun? daha çok erken değil mi?” dedi. sırtıma dokunulmasından nefret ederim! ondan da nefret ettim… o an! tabii o farkında değildi, sırtıma dokunmasına engel olmak için ona doğru dönüşümü talep olarak algıladı kadın. sabah ereksiyonumun fazlasıyla davetkâr olduğunu kabul etmem gerekebilir, ama engel olmak için başını itmeye çalıştığımda saçlarına dolanan parmaklarım kesinlikle davetkâr değildi. canının acımasına aldırmaksızın, hatta daha da şevkle beni çıldırtmaya başlamasının bedeli parmaklarımın arasında kalan, dipleri hafif kanlı saç telleriydi. şikâyetçi görünmüyordu, yenildim!

işi bittiğinde yatağa dönmemenin gidebilmem için kırıcı olmayan en uygun yol olduğunu düşündüm, ama elimdeki saç tutamının da bir bedeli olmalıydı galiba… beni tekrar yanına çektiğinde hissettiğim yenilgi ilk kez sigara içerken yakalandığımda babamın bakışlarında gördüğümdekinden büyüktü.

yeniden uyandığımda ne horozun ne de müezzinin herhangi bir çağrısını işittim. kadının nefesini de duymuyordum. içerden ses de gelmiyordu. umudum arttı, belki de elimi yüzümü yıkayıp hızla çıkarsam sıyrılabilirdim.

banyonun yerini bulmak zor olmadı, bu arada oraya gidene kadar üstümdekileri çıkarttığım yerlerde aramadan sandalyenin üstüne dizilmiş halde bulup tek tek ve hızla giydim. gömlekteki fondöten izini çıkarmak yerine ondan tamamen kurtulmayı düşündüm. pantolonumu giyerken cüzdanım cebinden düştü. bu sayede evin kedisinin dikkatini çektiğimi anladım. eğilip cüzdanı almaya çalışırken kapının girişinden bana zavallı der gibi baktığını gördüm. midem bulandı, kedileri hiç sevmem! bu yüzden, dediğim gibi; banyonun yerini bulmam zor olmadı. yere yuvarlanmam da… gece boyunca içtiklerim, yaptıklarım ve bu evden çekip gitmek gibi yapamadıklarımın midemdeki etkisi banyoya varana kadar zor dayandı ve klozete ulaşmak hayat boyu edindiğim başarılarla yarıştı.

kendime geldiğimde banyonun kırmızı minik fayanslarına bakar ve zemin karosunun soğukluğunu kemiklerime kadar hisseder haldeydim. lanet olsun! ordan duş almadan çıkmam artık mümkün değildi. banyo dolaplarında temiz havlu aradım. evet buldum… aralarında tatlı, minik, melekli balıklı vs sabunlar olan havluların arasından birini çekip dışarı çıkardım ve duşa girdim.

ve bilin bakalım ne oldu ben hızlıca duş alabileceğimi sanırken. kedinin banyonun kapısından ayrılmadan ne yaptığımı anbean izlemesinin dışında tabii… kadın taze ekmek kokusuyla doldurdu antreyi.

bir an huzurlu olabileceğimi sandım. sadece bir an, kendimi bırakırsam taze ekmek, sucuklu yumurta, mis gibi çay eşliğinde kahvaltılara bağlı kalabileceğimi düşündüm. her ne kadar “istemeden” desem de iyi seksin de tabii… bunlar ve muhtemelen kadının iyi olduğu diğer birçok başka konu!

duştan çıkıp havluya sarındıktan sonra aynadaki buharı bir hamlede silip kendime baktım bir an. ne kadarına hazırlıklı göründüğüme baktım, aniden yakalandıklarımın!

mutfağın duvara dayalı masasının üstüne kurulmuş güzel kahvaltıyı görecek kadar sağa döndüğümde kadının bana bakıp gülümseyen gözleriyle karşılaştım. saçından kopardığım tutamın olması gerektiği yeri bir saç bandıyla gizlemiş olduğundan verdiğim hasarı görmem mümkün değildi.

“n’oldu?” dedi. cevap vermeye fırsat bulamayacağım kadar şaşırtıcı sorudan hemen sonra da şaşkınlığıma bakıp ekledi, “süper bi one night standken kahvaltıya kaldım, bu kız evlenmeyi de kurar şimdi, diye mi düşünüyorsun?”

ne dediğini anlamamla gülümsemem arasında geçen süre olması gerektiğinden uzundu. bir iki saniye sonra “boş veeeer, yer gidersin. söz, ben uyurken gitmişsin gibi davranırım. telefonunu filan istemem, hadiii. düşünme artık. yumurta nasıl olsun?” diye sordu.

“sucuklu olabilir,” dedim elindeki sucuk dilimlediği bıçağa bakıp.

yine gülümsedi başını sallayıp. “geç otur sen,” dedi aldığı gazeteleri gösterirken.

o huzur içerikli anlık düşünce bulutu beni ıslatmak üzereydi işte o an. ama değil şemsiye üstümde tişört bile yoktu!

oturup gazeteye göz gezdirmeden önce bana dönük sırtına, eşofmanının sardığı hoş kalçalarına bakarken geri dönüp beni yakalamış gibi “bir mi iki mi?” diye sordu. kastettiğini anlamak için gözlerimi kalçalarından ayırıp iki elinde tuttuğu yumurtalara bakmam gerekti.

“ikisi de lütfen,” dedim. o da hafif kızaran sucukların üzerine üç tane yumurta kırdı.

pişen yumurtayı tavadan tabağıma aktarırken yüzü düşünceli görünüyordu. tavayı kendi önüne koyup kalan yumurtaya ekmeğini batırdı. bir yandan da sol eliyle okuduğum gazetenin ekini istediğini işaret etti. ekleri ona verdim ve ben de kendi yumurtama gömüldüm. ocak bana biraz daha yakındı, bu yüzden ikinci çayları koymak için ondan izin istemedim. uzanıp onun bardağını da doldurdum. hiç konuşmadan ettiğimiz kahvaltı sonra erdiğinde hâlâ köşe yazılarını okuyordum. ayağa kalkıp dolaptan kendine bir fincan çıkardı ve içine kahve koyup üzerine çaydanlıktaki suyu ekledi. kahve kokusu genzime dolduğunda “mmm,” dedim sanırım.

“sen de ister misin?” diye sordu. cevap vermeden bana da bir fincan çıkarıp doldurdu. teşekkür ettiğim sırada elinde gazete sayfaları ve kahvesiyle mutfaktan çıkıyordu. peynir, zeytin ve kalan birkaç domates dilimine bakarak ne yapmam gerektiğini kestirmeye çalıştım. bu kadının şimdiye kadar hakkımdaki her şeyi öğrenmeye çalışması gerekmiyor muydu? kız kardeşimin adını, işimi, ilerideki beş yıl içinde kendimi nerde gördüğümü filan…

ama hayır, elinde kahvesiyle içeri geçerken “hadi sen de gel,” bile dememişti. ve kalçaları gerçekten çok güzeldi. ilgisizliğe alışık olmayan, üstüne düşülmediğinde ne yapacağını şaşıran bünyem diğer gazetenin spor sayfalarına gömülmeden önce içeriden marianne faithfull’un “hold on hold on” diyen sesi gelmeye başlamıştı. kadın en sevdiğim şarkıyı çalıyordu. tek kaşımı kaldırıp okumaya devam ettim. ama hiçbir skor haberi benim sonraki şarkıda yerimde durmamı sağlayamazdı. flutter öyle herkesin bilip çalacağı şarkılardan değildi, müzik zevkini kutlamak için yanına gitmeye karar verip ayağa kalktığımda havluyu bir kez daha düzelttim. içindeki şanslı günündeydi. mutfağın yanındaki salon girişinde kapı kenarına yaslanıp “az önceki şarkı en sevdiklerimdendi, bu şarkıyı bilmene de şaşırdım,” dedim. hâlâ radyo çaldığını filan söylemesini bekliyordum aslında. ama “hmm. evet ben de severim,” dedi. başını gazeteden kaldırmamıştı bile. daha fazla dayanmam mümkün değildi. yanına yaklaşıp gazetesini katladım, kahve fincanını sehpaya koyarken “başka neler seversin?” diye sordum. cevap vermesine engel olmak için de dudaklarının arasında dilini buldum.

bizim “ilişkimiz” işte böyle başladı. sonum olan başlangıç noktası buydu!

***

dudaklarımın acısına daha ne kadar dayanabilirim bilmiyorum. sanırım alt dudağımın bir kenarı koptu. bandı yapıştırmadan önce bunu umursadığını sanmıyorum. belki koli bandını bir kulağımdan diğerine kadar gerip yapıştırmadan önce ağzıma şu minik sutyenini sıkıştırmamış olsa akan kan bandı açmama yardım ederdi. dilimle itip durmama rağmen ne ağzımdaki tıkacı bir milim oynatabildim ne de bant biraz olsun gevşedi. kahrolasıca kadına polisiye dizilerin tümünü ve karanlık hikâyeler okumayı ben sevdirdim. üzerimde uyguladığı işkence yöntemlerini düşünecek olursak dexter’ı çok kanlı bulup izlemeyi reddettiğine sevinmem gerekir aslında şu an. yoksa ayak bileklerimi bu salak berger koltuğa ayrı ayrı bağlamak yerine direkt kesip atmayı tercih edebilirdi. lanet olasıca kadın! ayrı ayrı bağlarsa ikisini birbirine sürtüp açma ihtimalim olabileceğini bilecek kadar dikkate izlediğin polisiyeler yerine örgü örseydin keşke. bu kadar akıllı olmak zorunda mıydın? konuştuğum, yazıştığım, sokakta bana çarpan kadınların tümünün aklından geçenleri “bilecek” kadar akıllı olmana ne lüzum vardı ki? erkeklerin akıllı kadınları sevse bile aptallarla mutlu olabileceğini bilsen n’olurdu?

offf… yine mi? kurtulma ihtimalim olsa bile daha önce tutamadığım için sırılsıklam ve pis kokulu bulacaklarını düşünecek olursak bu kez kendimi insanüstü sıkıştırıp tutmaya çalışmam çok anlamsız. işiyorum yine… bu kadar sistematik bir tuvalet düzenine sahip olduğum için kıskanıldığımı düşündükçe gülmek geliyor içimden. kahkahalarla gülmek! çünkü vücut saatime göre ortalığın feci kokması an meselesi...

beni bulduklarında –birileri ararsa tabii- insanların önce burunlarını tutup sonra yanıma yaklaşacaklarını görebilecek miyim acaba?

***

acı

boynum acıyor, dudaklarım… kollarım.

sen’im acıyor, yalnızım. o kadar yalnızım ki nerdesin diye soracağım kimse yok. o kadar yalnızım ki kimse nerdesin diye sormuyor yıllardır.

merak ettiğim tek şey ekmek taze midir, yenisini almaya mı çıkmalı?

kahve kokmasa uyanamadığım bir evi özledim. o evde senin portakal sıkarken mırıldandığın şarkıları. dudaklarımı yumuşatmanı özledim. boynumu ovmanı, kollarımdan tutup arkamdan sarılmanı.

sırtım benim değil gibi, sende mi kaldı bilmem. soyulmuş derisi sanki. acıtıyor sırtlandıklarım.

bacaklarım acıyor, yukarıdan bakamıyorum, bakışlarım dizlerimde. düşmek üzereyken göreyim diye. sana yetişmeye çabalamadığımdan mı dersin. yanımda yürümediğin için mi hızlı değilim artık.

seni seviyor muyum hala? hala mı bendesin?

üç eylül

“hayatımda ilk kez bir kadını mutlu etmek istiyorum ayla!”

“sen mi? güldürme beni… hayatımın yarısı senin mutsuz ettiğin kadınları avutmakla geçti.”

“tamam işte, sırf bu yüzden bana sen yardım edeceksin!”

“deli misin osman? yok sormuyorum… belli, delisin.”

yalan değildi. osman deliydi ve ben hayatımın yarısını, onun yüzünden ağlayan arkadaşlarımı onun beş para etmez biri olduğuna ikna etmekle harcamıştım. eminim dünyadaki en çapkın erkek bile benim kadar “sorun sende değil tatlım,” dememiştir. gerçekten sorun kızların çoğunda değildi. osman birçok insanın tanıyabileceği en ayran gönüllü insandı.

yok, hayır… bencil diyemem onun için. hiç değildir. sorumluluklarını her zaman önemser. ne annesine ne de babama karşı bir özür borçlanmıştır. okul hayatında da iş hayatında da başarılarıyla övünmüşüzdür hep. birlikte geçirdiğimiz zamanlar konusunda hassastır. arkadaşları tarafından da gayet sevilir.

ama gel gör ki bu kadar ideal erkek özelliğine ışığa koşan pervaneler gibi kapılan kadınlar konusunda alabildiğine pervasız; kırıcı diyemem, ama kesinlikle ve tam anlamıyla umursamazdır. birlikteyken gereğince eğlendiği kızların ümide kapıldığını anladığı an uzaklaşır. birdenbire, hiçbir açıklama yapmadan, kızlara anlama fırsatı vermeden.

tüm yaptıklarına rağmen merhametli bir adam olduğu için kızları avutmak konusunda bana güvenirdi. ilk kez ortaokulda bir kızı öpmesine rağmen çıkma teklif etmediği için kafası karışan bir kızın aklını başına toplamasına yardım etmemi istediğinde “tamam, tamam, ben ilgilenirim,” demiştim osman’a. sonra görevim haline dönüşen bu ilk yardımımdan sonra kaç kere daha aynı cümleyi kurdum, hatırlamıyorum.

bir tüp mü?

gamze’nin cümle kurabilmesini ve insanlığımıza tükürmesi gerekirken rica ederek ölmek istemediğini anlatmasını takdir ediyorum. ama neden kan, ilik, organ bağışı konusunda birinin ölüyor olmasına ihtiyacımız olduğunu anlamıyorum! anlamayacağım! hiç…

anlamayacağım bir sürü şey var benim tabii…

bir insan aynı durumda birçok başka insandan farklı olarak iyi yazabildiği için ilgi görüyor ve mesela sağlığına kavuşmak için ekstra bir şansa sahip olabiliyorsa, iyi yazabildiği için birçok insandan farklı olarak ayrıcalıklı bir şansla kitabının yayınlanmasında ne gibi bir sakınca olabilir?

ölmek istemiyorum, yazınca çektiği ilgiyi okunmak istiyorum diye yazınca neden görmesin?

birine iyi yazma hakkını sadece vasiyetini okuduğumuzda göstermemiz sizce de saçma değil mi? neden elde etme başarısını -hangi konuda olursa olsun- sadece büyük tepki görmekle elde edebilelim.

neden zaten olması gerekenler kendiliğinden, işleyişin düzeni içerisinde olmasın da mesela ozan güven’in özel ilgisini çekmek gereksin?

sağlıklı bireyler olarak periyodik biçimde kan verme alışkanlığı edinmemiz gerektiğini biri ölmek üzere olmadan bağıramaz mıyız? organ bağışının hayat kurtaracağının farkına varılması için illa çok yakınını kaybeden birinin organlarını bağışladığı insanların mutluluğunu üçüncü sayfada okumamız şart mı?

aman ne diyorum ben… rutin sağlık kontrollerini geçtim, dişleri dökülmeden dişçiye gitmeyen bir topluma ajitasyon yapmadan insanlığı anlatmak mümkün mü sanki?

yaşadığımız toplumun bireylerinin korunma ve gözetilmesine karşı sorumluluk duymak insan olmanın en büyük özelliklerinden biri değil, ben uyduruyorum bunu… di mi?

bu yüzden bir konuda aşırı ilgilenilmiş kampanyalar vs. olmadan herhangi bir destek ya da tepki göstermemiz mümkün değil... di mi?

aciz durumdayken bile ilgi çekebilmeliyiz ki aynı durumda olan “daha aciz”lerin elde edemediği desteğe ulaşabilelim.

keşke böyle olmasaydı. ilgi çekebilmek için uğraşmak yerine zaten olması gerektiği şekilde yardım alabilseydik her derdimizde. illa zeki, çevresi geniş, ya da ne bileyim eli kalem tutan insanlar olmamız gerekmeseydi.

diyeceğim o ki, gamze için bir tüp kan verelim tabii.

ama o istemeden!

bi kitap yazdım!


bizi kendinden bıktıran son haftalarından sonra yerini yenisine bıraktı eski yılımız. mutlu muyuz?

çok değil 365 gün önce güle oynaya umutla karşıladığımız yıl bitsin diye son günlerini iple çektik… geçen yıl gelişini kutlarken aldığımız kararların kaçını uyguladık?

ne kadarını gerçekleştirebildik hayallerimizin?

bir yeni yıl yazısı yazmadım, tamam! birçoğunuzun kurduğunu bildiğim “kitabım olsun” hayali ile ilgiliyim daha çok.

kalem tutan, okumayı sevdiğini iddia eden, iyi yazdığına inanan herkesin hayali olabilir bu… benim de var böyle bir hayalim. ama peşin hükümlerle “herkes yazar olamaz” tespitine karşı belli bir tavrı olması gereken bir yayınevim de var öte yandan.

ben yazabileceğine inanan herkesin bir kitabının da olabileceğini düşünüyorum. bu onu yazar yapsa da yapmasa da…

günümüzde self publishing yöntemiyle bu gayet mümkün. hiç zor değil, biraz paranız varsa. ama bunun göz ardı etmemesi gereken bir de gerçek var:

paranız sizi sadece kitap sahibi biri yapar, yazar olabilmenizin tek yolu okurunuzun olmasıdır!

bir yazar adayının yazar olabilmek için neleri göze alabileceğini gösteren önemli bir durumdur parasını vererek bir yayıneviyle anlaşmak. ama self publishing sadece parası olanı yazar "yapmak" için değildir. yazdıkları için yazar olmayı umanların profesyonel bir yöntemle yayınevlerinin dikkatini çekebilmek için riski üstlenerek şanslarını/kendilerini deneme yöntemidir.

yazar olmaya duyulan hevesle kalemine duyduğu güveni profesyonel bir destekle sunulabilir hale getirmek, belki büyük yayınevlerinin dikkatini okunurluğunu ispat ederek çekmektir.

evet, self publishing yazarlığı garanti etmez. ama bir yayınevine dosya sunmanın en "doğru" yollarından biridir.

self publishing yöntemiyle ilk yayının riskini yazarıyla paylaşan yayınevleri öngörerek değil, birlikte hareket ederek kalem sahibine yazar olup olamayacağını gösterir. başarısına güvendiği yazarla da gerektiği gibi telifini ödeyerek çalışmaya devam eder.

burda layığıyla yapılmadığı için lekelenen self publishing, dünyada büyük yayınevlerinin alt markalar kurarak desteklediği bir dosya değerlendirme sistemidir.

ayrıca genel okur kitlesinin ilgisini çekmeyeceği halde ilgilisini kaynaktan yoksun bırakan akademik çalışmaların da self publishing yöntemiyle okunur materyaller olarak sunulabilmesi yadsınamayacak bir hizmettir.

yazarın menfaatine işleyen böyle bir yanı varken yayınevleri için de oldukça önemli bir eleme sistemidir self publishing.

çoğu zaman yazar adayının yazdıklarının iyi olması da yetmez yazar olabilmesine… yayınevinin kişi hakkında bilgi edinmesine, birlikte çalışma uyumu sağlayıp saylayamayacağını anlamasına da yarar. çoğu adayın dosyasını bir yayınevine verdikten sonra yaşayacaklarını bilmediği için yaşattığı sıkıntıların yazar olmasına engel olduğunu bilmeyen çok okur vardır. ama okurları için bir yazar yaratmak sanıldığından çok daha zordur. egosunun yeteneğine engel olduğu durumlarda bir adayı yazar olarak sunmak bile büyük risktir ve oluşturacağı maddi kayıp hiçbir yolla ödenemeyecek kadar büyüyebilir.

şimdi… self publishinge gereken önemi verebilmeniz için, söylemem gereken ne kaldı bilmiyorum! türk edebiyatına bunca yıldır yeni yazar kazandırmak adına yapılabilecek en önemli adım hakkında kalıplaşmış önyargınızı biraz silebilmiş olmayı umarak yeni yıl eskimeden en büyük hayalinizi gerçekleştirebilmenizi ve sonra bunun da kıymetini bilmenizi dilerim!

1 ocak 2012