ev kedisi

“sana söylemiştim,” dediğinde cevap verebilmek için hayatımdan birçok şeyi eksiltebilirdim. dişlerimi hiç fırçalamamaya razı olabilirdim mesela, “ne söylemiştin, allahın delisi!” diye bağırabilmek için. ya da göbeğimde biriken pamuklara karşı duyduğum şefkati olduğu gibi bir evcil hayvana aktarabilirdim sırf bunu yapabilmek için.

“sana kıskanıyorum demiştim. sen ne dersen de hiçbiri senin gibi artniyetsiz düşünmüyor, hepsi seni istiyor, demiştim. dinledin mi beni? hayır!”

hâlâ duyuyorum sesini. suratının tam ortasına patlattığım tokattan sonra uyuşuyor olsaydı parmaklarım keşke böyle!

***

sabahın ilk saatlerini birbirine bitişik apartmanların arasında nerede yaşadığını kimsenin söyleyemeyeceği bir horoz sesiyle algıladım. horoz ruhuma doğru bağırıyordu sanki, bir an doğrulup kulağımın dibinde ötüyor olabilir mi diye baktım hatta. nerde olduğumu, nasıl geldiğimi hatırlayana kadar geçen iki saniye içinde tüm organlarımın yerinde olup olmadığımı anlamaya çalıştım. acısını hissettiğim tek yerim başım olduğu halde sağlam olduğumu anladım bir şekilde. ancak o zaman kafamı çevirip onun ne halde olduğuna baktım. bilincimin hem yerinde hem benden uzak olduğu saniyeler içinde nerde olduğumu bildiğim halde kiminle olduğumu hatırlayamadığım olmuştu birkaç kez daha. bu kez bu eve daha önce gelmediğim halde nasıl geldiğimi biliyor, bu kadını daha önce görmediğim halde nasıl seviştiğimizi hatırlıyordum. açıklığa kavuşmayan tek şey horozun gayet gerçek varlığıyken ezan sesi de karıştı tavuksuz olduğunu anladığım ötüşe…

kafamın ağırlığını boynumun sızısı almaya başlarken yerimden doğruldum. sabah olmuştu, öyle ya… gitme vakti! giderken götürmek istemediğim tek şey yanımda yatan kadının kokusu olmasına rağmen duş almak aidiyet hissettirebilir diye çekinip üstümdekileri nerede çıkarmış olabileceğimi hatırlamaya çalıştım. başaramayacağımı anladığımda çok geçti. kadın uyanıp uzun tırnaklı parmaklarını sırtımda gezdirerek “hemen gidiyor musun? daha çok erken değil mi?” dedi. sırtıma dokunulmasından nefret ederim! ondan da nefret ettim… o an! tabii o farkında değildi, sırtıma dokunmasına engel olmak için ona doğru dönüşümü talep olarak algıladı kadın. sabah ereksiyonumun fazlasıyla davetkâr olduğunu kabul etmem gerekebilir, ama engel olmak için başını itmeye çalıştığımda saçlarına dolanan parmaklarım kesinlikle davetkâr değildi. canının acımasına aldırmaksızın, hatta daha da şevkle beni çıldırtmaya başlamasının bedeli parmaklarımın arasında kalan, dipleri hafif kanlı saç telleriydi. şikâyetçi görünmüyordu, yenildim!

işi bittiğinde yatağa dönmemenin gidebilmem için kırıcı olmayan en uygun yol olduğunu düşündüm, ama elimdeki saç tutamının da bir bedeli olmalıydı galiba… beni tekrar yanına çektiğinde hissettiğim yenilgi ilk kez sigara içerken yakalandığımda babamın bakışlarında gördüğümdekinden büyüktü.

yeniden uyandığımda ne horozun ne de müezzinin herhangi bir çağrısını işittim. kadının nefesini de duymuyordum. içerden ses de gelmiyordu. umudum arttı, belki de elimi yüzümü yıkayıp hızla çıkarsam sıyrılabilirdim.

banyonun yerini bulmak zor olmadı, bu arada oraya gidene kadar üstümdekileri çıkarttığım yerlerde aramadan sandalyenin üstüne dizilmiş halde bulup tek tek ve hızla giydim. gömlekteki fondöten izini çıkarmak yerine ondan tamamen kurtulmayı düşündüm. pantolonumu giyerken cüzdanım cebinden düştü. bu sayede evin kedisinin dikkatini çektiğimi anladım. eğilip cüzdanı almaya çalışırken kapının girişinden bana zavallı der gibi baktığını gördüm. midem bulandı, kedileri hiç sevmem! bu yüzden, dediğim gibi; banyonun yerini bulmam zor olmadı. yere yuvarlanmam da… gece boyunca içtiklerim, yaptıklarım ve bu evden çekip gitmek gibi yapamadıklarımın midemdeki etkisi banyoya varana kadar zor dayandı ve klozete ulaşmak hayat boyu edindiğim başarılarla yarıştı.

kendime geldiğimde banyonun kırmızı minik fayanslarına bakar ve zemin karosunun soğukluğunu kemiklerime kadar hisseder haldeydim. lanet olsun! ordan duş almadan çıkmam artık mümkün değildi. banyo dolaplarında temiz havlu aradım. evet buldum… aralarında tatlı, minik, melekli balıklı vs sabunlar olan havluların arasından birini çekip dışarı çıkardım ve duşa girdim.

ve bilin bakalım ne oldu ben hızlıca duş alabileceğimi sanırken. kedinin banyonun kapısından ayrılmadan ne yaptığımı anbean izlemesinin dışında tabii… kadın taze ekmek kokusuyla doldurdu antreyi.

bir an huzurlu olabileceğimi sandım. sadece bir an, kendimi bırakırsam taze ekmek, sucuklu yumurta, mis gibi çay eşliğinde kahvaltılara bağlı kalabileceğimi düşündüm. her ne kadar “istemeden” desem de iyi seksin de tabii… bunlar ve muhtemelen kadının iyi olduğu diğer birçok başka konu!

duştan çıkıp havluya sarındıktan sonra aynadaki buharı bir hamlede silip kendime baktım bir an. ne kadarına hazırlıklı göründüğüme baktım, aniden yakalandıklarımın!

mutfağın duvara dayalı masasının üstüne kurulmuş güzel kahvaltıyı görecek kadar sağa döndüğümde kadının bana bakıp gülümseyen gözleriyle karşılaştım. saçından kopardığım tutamın olması gerektiği yeri bir saç bandıyla gizlemiş olduğundan verdiğim hasarı görmem mümkün değildi.

“n’oldu?” dedi. cevap vermeye fırsat bulamayacağım kadar şaşırtıcı sorudan hemen sonra da şaşkınlığıma bakıp ekledi, “süper bi one night standken kahvaltıya kaldım, bu kız evlenmeyi de kurar şimdi, diye mi düşünüyorsun?”

ne dediğini anlamamla gülümsemem arasında geçen süre olması gerektiğinden uzundu. bir iki saniye sonra “boş veeeer, yer gidersin. söz, ben uyurken gitmişsin gibi davranırım. telefonunu filan istemem, hadiii. düşünme artık. yumurta nasıl olsun?” diye sordu.

“sucuklu olabilir,” dedim elindeki sucuk dilimlediği bıçağa bakıp.

yine gülümsedi başını sallayıp. “geç otur sen,” dedi aldığı gazeteleri gösterirken.

o huzur içerikli anlık düşünce bulutu beni ıslatmak üzereydi işte o an. ama değil şemsiye üstümde tişört bile yoktu!

oturup gazeteye göz gezdirmeden önce bana dönük sırtına, eşofmanının sardığı hoş kalçalarına bakarken geri dönüp beni yakalamış gibi “bir mi iki mi?” diye sordu. kastettiğini anlamak için gözlerimi kalçalarından ayırıp iki elinde tuttuğu yumurtalara bakmam gerekti.

“ikisi de lütfen,” dedim. o da hafif kızaran sucukların üzerine üç tane yumurta kırdı.

pişen yumurtayı tavadan tabağıma aktarırken yüzü düşünceli görünüyordu. tavayı kendi önüne koyup kalan yumurtaya ekmeğini batırdı. bir yandan da sol eliyle okuduğum gazetenin ekini istediğini işaret etti. ekleri ona verdim ve ben de kendi yumurtama gömüldüm. ocak bana biraz daha yakındı, bu yüzden ikinci çayları koymak için ondan izin istemedim. uzanıp onun bardağını da doldurdum. hiç konuşmadan ettiğimiz kahvaltı sonra erdiğinde hâlâ köşe yazılarını okuyordum. ayağa kalkıp dolaptan kendine bir fincan çıkardı ve içine kahve koyup üzerine çaydanlıktaki suyu ekledi. kahve kokusu genzime dolduğunda “mmm,” dedim sanırım.

“sen de ister misin?” diye sordu. cevap vermeden bana da bir fincan çıkarıp doldurdu. teşekkür ettiğim sırada elinde gazete sayfaları ve kahvesiyle mutfaktan çıkıyordu. peynir, zeytin ve kalan birkaç domates dilimine bakarak ne yapmam gerektiğini kestirmeye çalıştım. bu kadının şimdiye kadar hakkımdaki her şeyi öğrenmeye çalışması gerekmiyor muydu? kız kardeşimin adını, işimi, ilerideki beş yıl içinde kendimi nerde gördüğümü filan…

ama hayır, elinde kahvesiyle içeri geçerken “hadi sen de gel,” bile dememişti. ve kalçaları gerçekten çok güzeldi. ilgisizliğe alışık olmayan, üstüne düşülmediğinde ne yapacağını şaşıran bünyem diğer gazetenin spor sayfalarına gömülmeden önce içeriden marianne faithfull’un “hold on hold on” diyen sesi gelmeye başlamıştı. kadın en sevdiğim şarkıyı çalıyordu. tek kaşımı kaldırıp okumaya devam ettim. ama hiçbir skor haberi benim sonraki şarkıda yerimde durmamı sağlayamazdı. flutter öyle herkesin bilip çalacağı şarkılardan değildi, müzik zevkini kutlamak için yanına gitmeye karar verip ayağa kalktığımda havluyu bir kez daha düzelttim. içindeki şanslı günündeydi. mutfağın yanındaki salon girişinde kapı kenarına yaslanıp “az önceki şarkı en sevdiklerimdendi, bu şarkıyı bilmene de şaşırdım,” dedim. hâlâ radyo çaldığını filan söylemesini bekliyordum aslında. ama “hmm. evet ben de severim,” dedi. başını gazeteden kaldırmamıştı bile. daha fazla dayanmam mümkün değildi. yanına yaklaşıp gazetesini katladım, kahve fincanını sehpaya koyarken “başka neler seversin?” diye sordum. cevap vermesine engel olmak için de dudaklarının arasında dilini buldum.

bizim “ilişkimiz” işte böyle başladı. sonum olan başlangıç noktası buydu!

***

dudaklarımın acısına daha ne kadar dayanabilirim bilmiyorum. sanırım alt dudağımın bir kenarı koptu. bandı yapıştırmadan önce bunu umursadığını sanmıyorum. belki koli bandını bir kulağımdan diğerine kadar gerip yapıştırmadan önce ağzıma şu minik sutyenini sıkıştırmamış olsa akan kan bandı açmama yardım ederdi. dilimle itip durmama rağmen ne ağzımdaki tıkacı bir milim oynatabildim ne de bant biraz olsun gevşedi. kahrolasıca kadına polisiye dizilerin tümünü ve karanlık hikâyeler okumayı ben sevdirdim. üzerimde uyguladığı işkence yöntemlerini düşünecek olursak dexter’ı çok kanlı bulup izlemeyi reddettiğine sevinmem gerekir aslında şu an. yoksa ayak bileklerimi bu salak berger koltuğa ayrı ayrı bağlamak yerine direkt kesip atmayı tercih edebilirdi. lanet olasıca kadın! ayrı ayrı bağlarsa ikisini birbirine sürtüp açma ihtimalim olabileceğini bilecek kadar dikkate izlediğin polisiyeler yerine örgü örseydin keşke. bu kadar akıllı olmak zorunda mıydın? konuştuğum, yazıştığım, sokakta bana çarpan kadınların tümünün aklından geçenleri “bilecek” kadar akıllı olmana ne lüzum vardı ki? erkeklerin akıllı kadınları sevse bile aptallarla mutlu olabileceğini bilsen n’olurdu?

offf… yine mi? kurtulma ihtimalim olsa bile daha önce tutamadığım için sırılsıklam ve pis kokulu bulacaklarını düşünecek olursak bu kez kendimi insanüstü sıkıştırıp tutmaya çalışmam çok anlamsız. işiyorum yine… bu kadar sistematik bir tuvalet düzenine sahip olduğum için kıskanıldığımı düşündükçe gülmek geliyor içimden. kahkahalarla gülmek! çünkü vücut saatime göre ortalığın feci kokması an meselesi...

beni bulduklarında –birileri ararsa tabii- insanların önce burunlarını tutup sonra yanıma yaklaşacaklarını görebilecek miyim acaba?

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder