yeni yıl kararları çok saçma ama…

"i,m not sure what i,m looking for anymore, i just know that i,m harder to console… i just pay while you're breaking all the rules... all this running around, well it's getting me down. just give me a pain that i'm used to. i don't need to believe all the dreams you conceive, you just need to achieve something that rings true!" diyor şarkı.

kimisi mutluluk isteyemiyor bile hayattan, benim gibi... onları avutmak gerçekten zor. fazla gerçekçiyiz. her şeyin düzeleceğine inanmak saçma! sadece bildiğimiz acılarla karşılaşmak bile yeter bize. nasıl başa çıkacağımızı bilelim yeter...

ama bazı hayalperestler girer yine de istemeden hayatımıza! onlar tüm kuralları yıkar, yıkabilir onların hayalleri gerçek olan her şeyi. ama hayatın kendisi maalesef "gerçek"tir, bedel ister. biz onların ödemesi gereken bedeli de öderiz!

evet, çoğu kişinin hayallerini gerçekleştidiğimiz olmuştur, ama biz hayal etmeyiz. olmayacak olanı istemeyiz, bunu hayalperestlere bırakırız.

onlarsa gözlerini kapatarak hayal ettikleri cenneti görmek için gözlerini açtıklarında bizim her şeyin bedelini ödeyerek yarattığımız cenneti görürler. hayal ettikleriyle aynı olmayan cennet yüzünden bizi şeytana çevirirler.

galiba ben bıktım!

herkesin hayalini gerçekleştirmekten, sırf gerçeğe dönüştüğü için beğenmedikleri hayallerinin bedelini ödemekten çok bıktım!

artık başkasının kurduğu hayallere inanmak istemiyorum. bana doğru gelen bir şeyi başarması gerek bundan sonra etrafımdaki tüm hayalperestlerin...

yeni acılar edinmek istemiyorum, şimdiye kadar bildiklerimi gerekirse yeniden çekeceğim.

ne aradığımdan emin olmak istiyorum, avutulmak istemiyorum artık! çünkü başaramıyor hiç kimse...

kim olduğumu biliyorum, kontrolüm bende. başkası olmak istemiyorum, kimse gibi...

yeni yıl, yeni iş, yeni başarı, yeni birileri, yeni her şey… sebep neyse ne!

listemin tek maddesi bu: hayalmiş gibi göründüğünde bile benim için karar olan şeyleri yaparak inşa ettiğim, bunca zamandır bedelini ödediğim kendi cennetime gidiyorum.

hoşça kalın.

bi ömürdür yoksun

bugün iki küçük elle birlikte kitaplarımı raflara dizdim. kestiğimiz her balyadan çıkardığı kitaplara dokunurken adaşının umutlarını dinledim. ikisinin de gelecekleriyle ilgili olarak bana duydukları güveni...
senden sonra kimse bana böyle güvenmedi abi!
gittiğin günden; yani yıllar önce bugünden beri gurur duyacağın şeyler yapmak için uğraşıyorum. ilk kez bugün çocuklarım rafa kitap dizerken başardığımı hissettim! gördün mü bilmem?
şimdi görsen de duyacağın gurur neyse ama... peki gittiğine değdi mi?

son yaprağıydı güzün

beni ilk kez öptüğünde, dudaklarından hiç ayrılamayacağımı düşünmüştüm. gözlerimde kendi etkine bakabilmek için omuzlarımdan tutup beni kendinden biraz uzaklaştırdığında gözlerimi açmakta zorlandığımı hatırlıyorum. bunu yine öpülmek istediğime yormuştun galiba... baş döndürücü ikinci öpüşünün ardından yeniden nefes alabilmek için ayrıldığımızda ayaklarım yerden kesilmeden önce gökyüzüne doğru bakabilmiştim. evin kenarından görülen ağaçtan bir yaprağı kaldırıma, küçüklü büyüklü karelerin üzerine düşerken gördüm. bir öpücük daha gelirse beni öldürmekten korktuğunu düşüne düşüne yürümeye devam ederken yerden yaprağı alıp geriye doğru dönerek ağaca bakmıştım. ağaçta hiç yaprak yoktu. o koskoca ağaçta hiç yaprak kalmamıştı. ağaç son yaprağını, aşkımızı örtmek için düşürmüştü...

son yaprağı düşmüştü güzün, ben böyle başlamıştım... sen ruhumun içinde gezinirken var olduğuma dair tek kanıt o yaprak oldu yıllarca... seni özlerken o yaprağın üzerine avcumu yapıştırıp sanki el ele tutuşmak üzereyken açılmış ellerimizi birleştiriyormuşuz gibi gelir, rahatlardım.

kendim olurken senle kalabilmek için çok kez ortaya çıktı o yaprak defterlerimin arasından. bocaladığım her an çevirdiğim bir defterden, kitaptan ortaya çıkıvererek "senin" olduğumu hatırlatıp durdu bana. ben olmamın ancak böyle mümkün olabileceğini...

o yaprak büyük fotoğraf albümümüzün arasında, seninle ilk çektirdiğimiz resmin yanında duruyor. ben gittiğimde sen de avcunu açarak yaprağa yapıştır sevgilim. tut elimi...

bittin

Unuttuğun yerdeyim senin. Bıraktığın koltukta hala benliğim. Yarınına kalmadım dünden beri. Hep gittiğin yerde de olmayacağım. Bu kez bensizsin… ilk kez!

Her yerime bulaştı sancıların. Her cümlemden çıktın, kelimelerim serbest…

Seninken kimdim bilenler beni tanıyamıyor şimdi, içim dışım bir. Kuytumda bile kalmadın, ağrın kesildi birkaç yudumda!

Sen diye baktığım aynalarda güzel bir kadın var artık, gözleri daha da yeşil. Başkalarının satırlarından çalıp gözlerimde gördüğünü söylediğin bir sürü ağaçlı tepe yok gözbebeklerimin etrafında. Senden dağlarca uzaktayım, sen o tepelerin ardında kaldın.

Ben, beni bıraktığın o koltukta hala, önünde şaşkınlık dolu gözlerle yığıldığın!

Seni vurdum, evet… vurabildim! Ummadın, hiç inanmadın. Ama orda kaldın.

bakın benden habersiz neler olmuş bugün...


27 Temmuz 2011 Çarşamba, 19:54 tarihinde Nursel Calap tarafından eklendi


6 saat önceClive Owen Yusuf Eren

Merhaba nursel hanım. mardınde 3 köy okuluna kutuphane kuruyoruz. bize yardımcı oalbılecegınızı dusundum. acaba yardım edebılırmısınız. bu mesaja karsılık versenız dha benı mutlu eder. sizden haber beklıyorum

yaklaşık bir saat önceClive Owen Yusuf Eren

cevap vermezmısnız sız sıradan ınsalara

hala cevap vermeyeceksınız galıba

kusura bakmayın sızı rahatsız ettım. sızın gıbı tanınmıs olsaydım galıba tavan yapardık sizden ufak bı ıyılık ıstedık yaptıgınız tamamen basitlik

güle güle

zamanı geldıgınde

bunu sızın yuzunuze söyleyecegımden

emın olabılırsın

6 dakika önce

Nursel Calap

  • elindekini ardına koyma bari...

  • 24 saat anbean burda olduğumu düşündüren nedir bilmiyorum. ve haklısın genellikle cevap veremiyorum

  • yardım konusuna gelince...

  • gerek şahsen gerekse yayınevim yaptığmız hiçbir yardım konusunda destek ya da öneri almamak konusunda prensipliyiz.

  • yani kampanyalı yardımları ancak kendimiz başlatırsak yaparız.

  • kişisel yardımlarım konusunda da kimsenin ne yaptığımı bilmemesi taraftarıyım

  • dolayısıyla, mardin'e gittiğimde bir okula yardım etmem gerektiğini kendim görürsem ederim.

  • şimdi...

  • şu ukala tavrın benim seni görmeyerek vermediğim cevaptan daha kötü...

  • önyargılarının içinde boğulmanı dilerim.

  • çünkü yüzüp kurtulamayacak kadar batmış durumdasın.

  • tanımadığın kişiler hakkında konuştuğunda daha dikkatli ol da hakkımda ne dersen de!

  • bundan başka tek bir cevap vermeyeceğim.

  • kolaylıklar...

---------------------------

yukarıdakinden önce de yazmış bana Clive Owen Yusuf Eren. görmemişim... isteği bekleyenler de dahil isteyen herkesin arkadaşım olmasına izin verdiğimden beri gelen mesajları takip edip cevaplamak ayrı bir iş günü gerektiriyor çünkü... birkaç günde bir ayırabiliyorum ancak o zamanı. o da şu sıra değil pek!

bu "iletişim" yönteminden hoşlanmıyorum arkadaşlar.

Clive Owen Yusuf Eren 'in sandığı gibi tanınmış hissetmiyorum. ama isteyen herkesi istisnasız arkadaşlığa kabul etmeye karar vermeden önce de hissetmiyordum. şimdi de.

ulaşılabilir olmam herkesin bana ulaşabileceğini göstermez. bunu daha önce de söylemiştim. ama bu "tanınmış" hissettiğim ya da öyle olmak istediğim için değil, kendime ait ve çocuklarımla paylaştığım bir hayatın gayet sade sorumluluğunu taşıdığım için...

eski arkadaşlarım farkındadır, sadece tanıdığım insanlarla facebook arkadaşı olmayı kabul ettiğim dönemlerde gururla paylaştığım çocuklarımın albümleri de gizli artık. kabuğum mühimdir benim.

çünkü... bu kadar çok "arkadaşın" gerçekten arkadaşımız olması mümkün değil. ama burası bir iletişim platformu ve benim işimi ya da benzer işleri yapan herkesin bu tip sosyal alanlardan faydalanması kaçınılmaz.

facebook twitter ya da bilumum sosyal paylaşım alanları hepimize ait birer küçük ofis gibi.ulaşır konuşursunuz ya da ulaşamaz mesaj bırakırsınız.

her zaman hepimizin ulaşabilmesi için bu aletin beynime monte edilmesi lazım sanırım. hayatımı facebook planlamıyor henüz.

yakın arkadaşlarımın bile şu sıralar arayıp görüşmek istediklerinde bana ulaşmaları zorken, yoğun ve neredeyse kafamı kaldırmaz şekilde çalışıp, yaptığım her fuzuli gibi görünen şey bile işim gücümle alakalıyken hiç tanımadığım ama sırf beni tanımak istemesine saygı duyduğum için reddetmediğim "arkadaş"larımdan 'bir gün seni yeneceğim!' hırsları alınca patlıyorum ben!

tanıdığım, tanımak istediğim, beni tanımak isteyen, kim bilir belki uzaktan ne yaptığımı merak ettiği için arkadaş olmak isteyen arkadaşlarım...

ben de mesela her öğlen yediğim yerde karşılaştığım ama merhaba'dan öte sohbet etmediğim "arkadaş"ımı olur olmaz saatlerde burada görünce merhaba diyorum. bana cevap vermesini de istiyorum, ama vermeyince kendimi bana cevap veremeyeceği kadar küçük bulmuyorum. işi vardır, bilgisayarını açık unutmuştur, sevgilisi yanındadır, merhabadan öte sohbet etmemiz gerekmediğini düşünüyordur, diyorum.

ama sırf bu yüzden ona haddini bildirmek gelmiyor aklıma!

şimdi... söyler misiniz lütfen. basit kavramı doğru kullanılabilse bu kadar sorun olur muydu hayatımızda?

haddime düşmez ama önerimdir: mümkün olduğunca basit yaşayalım lütfen. o kadar basit yaşayalım ki, birinin mesajımıza cevap vermemesini komplike kişilik tahlillerine dönüştürmeyelim. basit sebeplere odaklanalım.

işim var... çok işim var. işte benim bu aralar birçok ihmalime karşın en basit sebebim de bu!


yine özle!


beni özlediğin günleri özlüyorum.



sadece ben olduğum için beni sevdiğin…

çocuklarım, sağlam duruşum, başarma hırsım ya da ne bileyim… pratik filan oluşum için değil de, sadece gözlerim güzel diye sevdiğin…

beni ben olduğum için sevdiğin günleri özlüyorum.

yine seviyorum, deme. ben sebepsiz sevilmeyi özledim. çok güzel çay demlediğim için değil de, çayı nasıl demlesem demliyim yine de sevdiğin günlerdeki gibi. hatta evde poşet çaydan başka bi şeyin olmadığı günlerde sevdiğin gibi. iyi konuştuğum, bir sürü kişiye meramımı gayet iyi anlattığım için değil de uykumda konuştuğum için sevdiğin gibi özle beni… yine!


çünkü yapmam gerekenlerde bir aksama olduğu için değil de beni istediğin için geri dönmek istiyorum sadece. birikmiş kirli gömlekleri yıkayıp ütülememi değil de “beni” bekle istiyorum. ellerimi, sadece öpmek için özle…

olsa olsa benim halledebileceğimi düşündüğün karmaşanın ortasına değil, omuzlarının tam ortasına dönmek istiyorum. en büyük karmaşa gözlerimin içinde yeşillerle kahverengilerin arasında olsun. gözlerine bakmaya utandığım için gözkapaklarımın içi olmak iste yine…

sevilmeye ihtiyacım olduğunu kabul etmem çok uzun sürdü. başka birinin beni sevmesini bekleyemem. beni sen sev yine.

ve sadece sevdiğin için özle!

benim şimdi avunmam lazım...


avunmam lazım, çünkü avutamıyorum artık!

kalemi tutamıyorum artık saatlerce. çizgili defterlerimde bile düzgün değil harflerim. yazamayınca ağlayamıyorum da. uyuyamıyorum da hiç.

ama benim avunmam lazım. çünkü acısına sarılmam lazım şimdi orda üşüyen onca yalnızın.

oysa ben…

hayatındaki en değerli şeyi benimle paylaşan bir kadını üzdüğüm günler için çok pişmanım… özür dileyemiyorum.

uğruna savaşmaya hiç yanaşmayıp hak etmediğimi baştan kabullendiğim bi aşkın hep bıraktığım yerde kalacağını sandım... şimdi o aşık ben yalnızım.

avunmam lazım. ya da unutmam…

ama unutamıyorum! hiç aklımdan çıkmıyor. ne yaptıysam olmuyor, çaresizim. unutamıyorum.

hala küs müsün bana bilmem lazım… biliyorum çikolatalı ekmeği peynir yemeden önce yese de olur ali, söylediğin her söze kayıtsız şartsız “peki,” demek için geç kaldım, biliyorum. ama ben sanırdım ki her şeyin düzelmesi için vaktimiz var! ne hata ettiysem affet, battı artık gemi. büyüklük sende kalsın e mi anne?

tüm izlerimi sildin mi bilmem lazım… biliyorum beni de aşkın kendisi gibi terk ettin, ancak o şarkı çalarsa aklına düşüyorumdur, biliyorum. ama ben sanırdım ki aşklar ancak filmlerde böyle! beni de şimdi sevdiğin kadın gibi sevebileceğine hiç ihtimal vermedim. şimdi onu sev beni affet e mi aşkım?

çünkü artık benim avunmam lazım!

ruhuma dar geldin dün gece…


ellerimi sakladığım yerlerde ateşlerin yandı, serinlemek için üflerken mumlar söndü. Karanlığın içinde kokun belirdi. isli kokun, yanık… sana seslenmek isterken inledi nefesim. durdu kalbim. gözlerim yaşardı, damladı da öyle serinledim.
açık bırakarak gittiğin çekmecenin önünde saatlerce oturdum, elimi uzatıp içindekilere dokunamadım. görmek fazla geldi, dokunmaya dayanamazdım. her birinin üzerinde bana bakan bir göz, susmamı emreden birer ağız görecekmişim gibi baktım durdum! yutkunamadım, kapatamadım gözlerimi… boğazım kurudu, gözlerimin içinde yangınların! ağladım da kurtuldum.
tamamen sana ait olmayan bir hakla bunlardan bir tanesini beynine dayadığına inanmak için sağa dönmem yetecekken, kıpırdayamadan ağladım elindeki tabancaya sürmediğin, çekmecede kalan mermilerin üzerine! bunu yapma hakkını nasıl kendinde sandın?
tek bir parmağımın kızgınken bile itmesine izin vermediğin kafana nasıl dayadın o buz gibi namluyu? sadece kendin için miydi beynin?
peki neden kalbini benimkinin üzerine bırakıp gittin?


kocanı seviyorum.


çok beklediğinizi mi sanıyorsunuz!
yalnız bırakılmış bir kadının kocasını beklediği kadar beklediğinizi sanmıyorsunuz ya?

mamafih bitti... artık okunabilir.
editörünün eline teslim etmeden önce bikaç satıra ne dersiniz?


***


kocanı seviyorum.

evet senin kocanı…

hani dün koklaya koklaya asıp sonra da ütülediğin gömleğinde sana ihanetinin izlerini aradığın kocanı!

sen akşam yemeğini ikinci kez ısıtıp beklerken seviyorum kocanı ben. öpmek için uzandığın dudaklarını bi bahaneyle senden kaçıran adamı, evet…

o kadar seviyorum ki, sevişmek yetmiyor: kocanı ben seviyorum ama onunla sen uyuyorsun.

yanında olmadığı zaman senin aklına bile gelmiyor ya, işte ben o anlarda seviyorum kocanı. yanımdayken seni düşünüp tedirgin olduğu anlarda…

bir eşi sende olan yüzüğüne değiyor parmaklarım elini tutarken!

sen onu “bekliyorsun”, ben kocanı “seviyorum”!

*

tanıştığımızda bana söylediği ilk cümle neydi biliyor musun?

“ben evliyim,” dedi.

hiç gururlanma şimdi, kocam gizlememiş ki diye böbürlenme! o kadar üzgündü ki bunu söylerken… omuzları düşmüş, özenle giydirdiğin kıyafetin içinde hapsolmuş gibi çaresizlik içindeydi.

“biliyorum,” dedim.

umutsuzluğunu havada görebilir, neredeyse elle tutabilirdin bunu söylediğimde görsen. evli olduğunu bilmem onun benimle ilgili hayallerine koyduğum nokta olabilirdi ona göre. o kadar koşullanmıştı. benimsemiş demedim… rahatlama hemen!

aramızda dolaşan “keşke” kelimesini tuttum ben. o an, orda! sakladım sonra onu… sık sık kullandım da.

90'larda sezen aksu

90’ların başında hâlâ ilk aşkıma âşıktım ben. çok gizliydi… saklıydı. sezen aksu biliyordu bir tek! yani biliyor olmalıydı, yoksa tam da o şarkıları tam da benim için yazamaz, söyleyemezdi.

90’larda ebeveynlerimizden deli gibi saklamak zorunda olduğumuz aşklar, şimdi açıklıkla paylaşılması gencin “anlaşılabilmesi” için zorunlu olan aşklara benzemiyordu. çok seviyorduk, çok âşıktık, defterlerce şiir yazıp kalplerin içine harfler yerleştiriyorduk ama kimse bilmiyordu. kimi zaman âşık olduğumuz çocuk bile…

annelerimizin muhtemelen fark ettiği, ama karşılıklı konuşarak ciddiyet kazandırmak istemediği bu aşkların neredeyse tümüne sezen aksu eşlik ederdi. biz beni unutma diye inlerken annelerimiz “bizimki bir gün daha yaşandı ve bitti, diyor. çocuk yüz mü vermedi ne yaptı? bi üzgün bi üzgün ki sorma…” diyerek dert yanardı birbirlerine. eşlik ettiğimiz her sezen aksu şarkısı ruh durumumuzun analiziydi ailelerimiz için.

sinemaya giderken haber vermek değil izin almak zorunda olduğumuz yıllardı 90’lar. belki şehre bir film gelir diye beklediğimiz, “yazılar”ında bir güzel orman olmasını umduğumuz yıllar… sevdiğimiz adamların başka olduğu yıllar, ama başka! hepimiz birer kedi edinmek istedik, annemiz bize küsünce tüm şehir küsmüş sayıldı. anlıyor musunuz?

masum olmadığımızı keşfetmek çok zamanımızı almadı ama. sezen aksu hiçbirimizin masum olmadığını söylediğinde inandık! duygularımıza tercüman olabiliyorsa bizi de iyi tanıyor demekti… kirpiklerim ıslanırken annemi daha iyi anladığımı düşünüyorsa, kalbim bir mektup gibi buruşturulup fırlatıldığında içimdeki çocuğa sarılmamı söylediğinde dinliyordum ben onu. sadece şarkısını değil, sözünü de dinliyordum. 90’lardan bu yana içimdeki çocuk ona sarıldığımda günahkâr dünyanın masumiyetini sorgulamaktan ancak böyle vazgeçebiliyorum.

küçüktüm, özel önemi zannetmeye ihtiyacım vardı benim de 90’larda. yenilmeye, saçmalamaya, kendime güvensizliğime sezen aksu eşlik ediyordu. bana kocaman, rengarenk, geçici oyuncak zaferler sunan da oydu. yolun başında, henüz kısacık yol almışken çocuk gibi korunmasızlığıma, sonsuz endişeme sadece sezen aksu’yla dayanabiliyordum.

ben büyürken sezen aksu yüceldi durdu.

yalnızlığıma senfoniyle karıştı… kaçıp gitme isteğime ışık doğudan yükselir diyerek yol gösterdi.

90’ların ortası ilk aşkımın acısına yuva oldu… kimse anlamadı karanlığımı nasıl koyuttuğumu! kime sarılacağımı bilemezken buradayım dedi sezen aksu o “yaz bitti yine mevsim sonbahar” derken ben sevgilime “kim bekler, kim çeker bu kadar… sofrandaki kırıntılar kadar bile mi olamadım” diye haykırdım!

sora herkes her şey sustu benim gençliğimde! 90’lar aşk acıma teslim olmuştu bile.

o akşam sevgilinin adres defterinde sezen s harfinin ben de n harfinin olduğu yerde yok ettik adımızı!

o yıllar geçip giderken… ardından iki kadın uyanıp ağladı sanki! biri sezen diğer ben…

benim biraz ahım kaldı!

şimdi kendini tanıyan, nerede olduğunu ne yaptığını sorgusuzca gösteren bir kadın olmam için 90’ları “öyle” yaşamam gerektiğini kabul ettirebilen tek şey sezen aksu’dur. onun şarkıları olmaksızın geçemeyecekmiş gibi gelen her bir yılıyla 90’lar birçoğumuzun hayatının dönüm noktası olan günleri barındırır.

teslim alındığımız, terk edildiğimiz, razı olduğumuz, isyanla güçlendiğimiz yıllardan bahsederken “doksan…” deriz çoğumuz! ve sezen aksu her ne durumda olursak olalım eşlik eder! bizimle yenilir, bizim yerimize terk eder, bizimle haykırır ve bizi çoğaltır.

adını sakladıklarımıza sırdaş sezen aksu’nun adı 90’larda, hem kendi şarkıları hem de bize sevdirdiği şarkıcılar sayesinde sonsuzluğunu kanıtladı. bu durumda söyleyebileceğim son şey; mutluluk en çok onun hakkı! 90’ların hikâyesi ne kadar yorgun ve kırık dökük olsa da…

have a nice day - biaile'den

kızım geçenlerde deniz otobüsü anonsundan “have a nice day” demeyi öğrendi. yolculuğa başlarken bize iyi günler dileyen sesin “have a nice day” deyişinden çok etkilenmiş olacak ki önce ne demek olduğunu öğrendi, sonra da yolculuk boyunca neredeyse tüm yolculara söyledi. sonra eve gelene kadar sokakta gördüğümüz herkese de tabii.

bizim kanıksadığımız birçok şeyin çocuklarım için yepyeni birer serüven olduğunu anladığımda pesimist tarafımı kızgınlıkla susturabiliyorum bazen. onların keşiflerinin tadına varmak için biraz serbest bırakıyorum kendimi… susuyorum, dinliyorum.
ayşegül de susmamı fırsat bildiği her an olduğu gibi aralıksız konuştu o gün işte. iskeleden eve kadar herkesin day’i have a nice oldu o gün kızımın sayesinde eminim…

uyku vakti geldiğinde ayşegül günün cümlesini revize etmek istedi.

“anne, gece olunca nasıl have a nice day diyebilirim?”
“gece olunca goodnight diyebilirsin kızım.”
“hayyyyıııııır! o iyi geceler demek! beni kandırma… onun goodmorning’i de var, goodevening’i de good afternoon’u da! biliyorum!!! örtmenim öğretti hepsini bize.”
“e o zaman have a nice night dersin kızım…”
“e ama ben uyuduktan sonra ne önemi var ki anne?”

konuşmanın bu kısmından sonra benim tarif edilmesi zor bir surat ifadesiyle ağzım açık halde kendisine baktığımı gören kızımın açıklamaları yer alıyor… “hani uyuyoruz ya anne, gece hoş olsa ne olur ki? ben uyuyorum ya, anlayamam ki gözüm kapalıyken gece hoş mu? fark etmez ki o zaman, di mi?”
işte tam da bu gibi zamanlarda çocuklar ne derse desin ebeveynlerin cevap verme zorunluluğunda olmaları beni benden alıyor. hayata dair duyup duyacağı tüm güveni benden alacak olan çocuklarımın sorularını cevapsız bırakmamak, hayatı daha ilk denemelerinde başarısız bulmalarına sebep olmamak için kendimi topluyorum hep.
beni tanıyanların günaydın demeye çekindiği, iyi geceler filan dediklerinde azarlandıkları doğrudur. bu tip sıradan iyi niyet cümlelerinin zorlama olduğunu, gerçekten içten gelmediğini, sıra savar gibi söylenmesinin de beni çok kızdırdığını bilir eşim dostum. kızımın da bana çektiğini düşünebiliriz bu durumda… ne gerek var ki uyuyacaksak gecenin iyi olmasının dilenmesine! değil mi?

e işte bazen değil! bazen zorunlu olarak bırakmak zorunda kalıyorum pesimizmi. dedim ya kızımın hayatı yenmesine daha dört buçuk yaşındayken izin veremem! benim kadar çabuk vazgeçmemeli, onlar hayattan. üstünde olmaktansa içinde olmalılar, ondan vazgeçmemeli, yaşamalılar…

“o zaman have a nice dream dersin kızım. güzel rüyalar dileyebilirsin böylece…” dediğimde küçücük hayatını bilinçaltının verdiği güçle köşeye kıstırmak isteyen kızımı bir süre daha koruyabileceğimi anlıyorum. cevaba ikna olan kızım gönül rahatlığıyla abisine “have a nice dream,” diyor ve “evet… şimdi olabilir. uyursam rüya görebilirim ve bu çok hoş olur gerçekten,” diye mırıldanarak yumuk eli yanağının altında uykuya dalıyor.

bazı geceler böyle masalsız uykuya dalan çocuklarım beni uykusuz bırakıyor!

15 nisan 2011 / istanbul

annemin arkadaşı - biaile'den

çocuk olsam öğrenmem ve sandığım şekilde olmadığını anlamam gereken şeylerin arasında en çok, anne babamın ben doğmadan önce de bir hayatlarının olmasına şaşırırdım. benim çocuklarım da aynı şeye şaşırıyorlar, bugün öğrendim.
uzun yıllardır tanırız iclâl aydın’la birbirimizi… en yakın arkadaşlarımdan biridir. tanıştığımız sırada ikimiz de anne değildik. ben anne olabileceğimi düşünmüyordum bile. ama bu gece uyurken çocuklarıma onun kızı zeynep lâl için hazırladığı kitapları okudum!

birlikte birçok kitap yaptık iclâl’le… yazdığı sırada okuduğum cümlelerin herkesin okuduğu satırlara dönüştüğü tüm kitaplarından daha özeldi bu iki kitap. zeynep lal büyürken kitaplarından bahsediyorum. bu kitaplar iclal’le benim “anne” olduğumuzu daha buruk anlattı bana. kızlarımızın annesi olarak yaptıklarımızın benzerliği arkadaşlığımızı biraz daha pekiştirdi!

ama ilk kitabı “hayat güzeldir” için gecelerce çalışırken aklımızın köşesinde olmayan çocuklarımız, şimdi onlardan önce yaşamadığımızı düşünüyor.

masalları okuduktan sonra ayşegül’e “biliyor musun bu kitaptaki masalları iclâl teyzen kendi kızına anlatıyormuş,” dedim.

“senin arkadaşın olan iclâl mi?” dedi.

“evet,” dedim… “o iclâl teyzenin kızına anlattığı masalları biz kitap yaptık, zeynep lâl büyürken dinlediği masalları senin gibi tüm küçük çocukların da bilmesini istediği için.”

“siz arkadaş olurken biz nerdeydik?” diye sordu kızım, konudan tamamen uzaklaşarak.

“ne sen, ne abin ne de zeynep lâl vardı biz arkadaş olurken,” diye cevap verdim.

“babaannemde miydik?” diye sordu bu kez. uykusu gelmişken fikirlerinin berraklığına bayılıyorum çocukların. insana basit ve doğrudan bir bakış açısının ne kadar çabuk kaybedildiğini hatırlatıyorlar. kendileri doğmadan önce de yaşandığını bilmek zorunda değiller ki! değil mi ama?
“hayır,” dedim, “hiç doğmamıştınız.”

kardeşi kendisinden sonra doğduğu için onsuz bir hayatın varlığıyla ilgili aşağı yukarı bir fikri olan oğlum atıldı. “babam var mıydı peki?”

onlar olmadan yaşadığımız günleri hatırlamak bizi tatlı anılara sürüklerken çocuklarımızda binlerce soru işareti yaratıyor. bu gece anladım! hayatımızın onlarla başladığına inanmak istiyorlar, onlarsız yaşayamayacağımızı düşünürken. çocuk olarak en büyük haklarından biri de bu. hayatımızın merkezinde olduklarını anlamak için buna ihtiyaçları var.

“evet,” dedim onlara. “baban vardı, lal’in babası da vardı. ve iclâl teyzenle biz onlarla evlenip çok güzel çocuklarımızın olmasını hayal ediyorduk. yani siz aslında hep vardınız, doğmadan önce de bizim hayallerimizde, ama hep vardınız…”

ikisi de rahat bi uykuya geçmeden önce kızım son ve gülümsemeden cevaplanamayacak olan sorusunu sordu!

“ben senin hayallerindeyken ne giyiyodum anne?”
cevap vermeden önce “zeynep lâl büyürken – kanatlar” kitabında en çok sevdiği belli olan ve orasından kıvırıp komodinine bıraktığı sayfaya baktım.

“hayalimdeyken zeynep lâl’in giydiği beyaz, pembe simli şahane dans elbisesi gibi bi elbise giyiyordun kızım, kanatların da vardı…” dedim.

böylece onlar mutlu uykularına daldıklarında benim için uykusuz bir gece daha başladı!

22 nisan 2011/istanbul

benim annem çok güzel - biaile'den

biaile’ye katıldığım için mutlu olduğumu söylemekle başlamak istiyorum. aile mefhumunu çocukluğunda hakkıyla yaşayamamış ve çocuklarını da alışılmış aile kavramından uzak yetiştiren bir anne olarak bir aile içerisinde olmak benim için her zaman önemlidir.

hepimiz için öyledir belki… bir ailemiz olsun diye evleniriz, çocuklarımızı ailesi olsun diye evlendirmeye çalışırız, değil mi? ait olmak, dahil olmak çok önemli.
o kadar önemli ki, doğal olarak içinde olduğumuz ailenin bireyleri olsak bile aidiyet hissetmek için bir şeyler yapmamız gerekir hep. akıllı çocuk olmak zorundayızdır mesela. bilmem kim teyzenin kızı nasıl annemizin gurur kaynağıysa biz de en az onun kadar gurur duyulacak şeyler yapmalıyız filan…

bunlarla üzüldüğüm çocukluğumun yaraları hâlâ taze olduğu için ben çocuklarımı kimseyle kıyaslamam. onların kendilerine has özellikleri, benim etrafımdaki annelerin çocuklarına özenmemi engeller. ne yaparlarsa yapsınlar en büyük başarıyı benim çocuklarım göstermiş gibi davranırım. bizim üç kişilik ailemizin içinde yer almak için, birbirimize ait olmak için fazladan bir şey yapmamıza gerek yoktur. biz zaten var olmakla kendi ailemizi oluşturmuşuzdur, diye düşünürüm.

ama sanırım ali’yle ayşegül benim gibi düşünmüyor. çocukluğumda anneme layık olmak için uğraştığım yetmemiş demek. şimdi ali’yle ayşegül’ün beğenilerine uygun davranmak zorundayım. nerden mi çıkarıyorum? anlatayım efendim…

biliyorsunuz bir yayınevinde çalışıyorum uzun zamandır. bu yüzden sık sık katıldığım kültürel etkinlikler filan oluyor, mümkün oldukça size de bahsetmeye çalışacağım.
geçen pazar günü de vatan kitap’ın geleneksel kahvaltılarından birine davetliydim.
bazen babalarının da katıldığı, yumurtalarının ne şekilde isterlerse öyle pişirildiği, çizgi film eşliğinde yemelerine izin verilen kahvaltılardan birine uyandıklarını düşünürken kızarmış ekmek kokusu ya da çaydanlık fokurtusu duyamayan çocuklarım “bugün okullu bi gün mü anne?” diye sordular.
öyle olmadığını, ama benim bir kahvaltıya davetli olduğumu söyledim. “ben giyinirken siz de üstünüzü giyin, babaanneniz bekliyor,” dedim. hepimiz odalarımıza çekilip giyindikten sonra yeniden antrede buluştuğumuzda oğlum “bu kıyafet pek uygun değil sanki anne,” dedi. kot pantolonumun üzerine giydiğim kazağın nesini beğenmediğini anlamadım. sonuçta bir kahvaltıya davetliydim. tam açıklama yapıp kendimi savunacakken kızım “hem yüzüne de bi şey sürmemişsin daha,” dedi. o ‘daha’ kelimesi benden umudunu yitirmediğini, birazdan makyaj yapacağıma inandığını ima ediyordu. ona hiç makyaj yapmayı düşünmediğimi söyleyemedim. son vurucu cümle oğlumdan geldi. “buğra’nın annesinin saçları hep savruluyor, çok güzel!”

oğlum altı kızım dört yaşını yeni bitirdi. ama bu yaşta beğenilerinin doğrultusu hakkında bir fikrimin olmasında ısrarlılar. onların annesi olmamı istiyorlar; kendi istedikleri gibi…

evet, geçen pazar ben vatan kitap’ın kahvaltısında leyla umar’la onur baştürk’ün arasında, ahmet ümit, tuna kiremitçi, alper canıgüz ve sırma köksal gibi yazarların karşısında otururken yayınevimin çalışanı nursel calap değildim. ali’yle ayşegül’ün annesi nursel’dim.
iyi ki de öyleydim. yoksa leyla hanım gençlik anılarını anlatırken sık sık “senin gibi…” diye başlamazdı herhalde. muhtemelen ahmet bey de kot pantolonlu, saçı ensesinde toplu ve hâlâ uykulu bir suratla ne konuşsam meymenetsiz bulurdu. mutlaka ki vatan kitap’ın editörü buket aşçı kadar güzel değildim. ama oğlumun arkadaşının annesinden güzel olmadan kapıdan çıkmama izin vermedikleri için çocuklarıma teşekkür ettim o sabah kahvaltıdan dönerken.

ah, siz kahvaltının nasıl geçtiğini mi merak etmiştiniz? çok güzeldi. konunun kitap olduğu tüm toplantılar kadar güzel… yayınevlerinden arkadaşlar, satırlarına bayıldığımız yazarlar, gazete ve dergilerden haberler hep kitaplarla ilgiliydi.
beni okumaya devam etmeye karar verirseniz, anlatacak çok şey konuştuk… sizlere de anlatırım zevkle.

ama şimdilik hoşça kalın; yayımlanmak üzere olan bir dosyanın edisyonunu tamamlamalıyım.

umarım, görüşmek üzere…

24 mart 2011 / istanbul

annelerine razı çocuklar - biaile'den

geleneksel aile yapısından farklı aileler içinde yaşayan çocukların arkadaşlarından farklı yaşam şekillerine alışmaları, bunu başarabilmeleri beni hep üzüyor. çocukların sıra dışı olan herhangi bir duruma adaptasyonları sizce de üzücü değil mi?

mesela ben oğlumun ardımdan “anne gitme!” diye ağladığı hiçbir gidişimi hatırlamıyorum. kızımınsa şımarmak istediği bir iki seferin dışında hiç onu bırakıp “bir yere” gidişime hiç itirazı olmadı bugüne dek.

okulun ilk günü eteğini bırakmayan çocuklarının durumundan şikâyet ederken bile gururlanan annelerden olamadım ben hiç. kızımın doğumunda asla onsuz uyuyamayacağımı söyleyerek oğluma dönebilmek için vaktinden önce hastaneden ayrılmış olmam benim çaresizliğimi gösterdi sadece. ali sibel teyzesinde beliz’le geçirdiği geceden memnundu benim özlemle ona koştuğum gün. üstelik ona getirdiğim kardeşi de tıpkı ona aldığımız oyuncaklar gibi sevinerek kabul etti. o günden bu yana kardeşinden şikâyet ettiği anlar hatırlanamayacak kadar kısa sürmüştür. kızımsa yedi aylıkken çalışma hayatına dönmemle kendi düzenini kurdu evde. iki kardeşin kafasında oluşturduğu anne portresi benim vicdan azabımı kapsamadı hiç.

tüm bunları neden mi anlatıyorum?

çünkü ben kıskanıyorum!

cumartesi tüm günü birlikte geçirip kanepenin neredeyse her köşesinde çeşitli sebeplerle mayışmış, birbirimiz olmadan nefes alamayacakmışız gibi hissetmemize rağmen gece tam da onlar uyuyacakken dışarı çıkmama minnacık bir itirazları olmadı.

“nereye gidiyorsun anne?” bile demediler.
yaşar konseri için hazırlanırken kızımın yanıma gelip dışarı çıkmama alışkın olmadıkları o saatte ne yaptığımı sormasını bekledim, gelmedi.

çıkmak üzere olduğum anlaşılsın diye topuklu ayakkabılarımla antrede gereksizce attığım birkaç adım da meraklarını celbetmedi.

“çocuklar ben gidiyoruuum…” dedim umutla. uyumadan önce çizgi film seyretmelerine izin verilen günlerin ayrıcalığıyla zevkten baygın birer “güle güle”den başka bi şey dökülmedi ağızlarından. ne ayşegül eleştirel bakışlarını çevirdi bana ne de ali öpmek için kalktı yerinden.

hallerinden memnun, mutlu olmaları çok hoş tabii… ama bensiz de mutlu olmalarını çok kıskanır oldum artık. bana ihtiyaç duymaları değil konumuz, anlıyorsunuz değil mi? bensiz de bir hayatları olduğunun, onlarla olmadığımda da sürdürebilecekleri bir düzenleri olduğunun farkına vardıkça kendimi yalnız hissediyorum.

bunun için çok erken olduğunu biliyorum. ali’in ilk sevgilisini, ayşegül’ün gençliğinde örnek alacağı kim bilir hangi ünlü ünsüz kadını kıskanacağım tabii. bunlara hazırım. ama sanırım şimdiden kendilerine kurdukları bensiz de süren hayata karşı güçsüz hissediyorum kendimi.

ben onların şimdi içinde mutlu oldukları hayatı kurarken ve eksiksiz sürdürebilmeleri için çalışırken, onlar bensiz de yaşamaya alıştılar kendilerine ait dünyalarında. bu kaçınılmazdı. birçok arkadaşlarından daha çabuk kabul ettirdiler birer birey olduklarını. ama elimde değil, kıskanıyorum: aidiyetimin yerine koydukları her şeyi…

onlarsa hızla büyüyorlar. ne zaman isterlerse yanlarında olacağımdan emin, yanlarında olmadığım zamansa kendilerine güvenli.

bense yaşar konserine giderken olduğu gibi yalnız çıkıyorum hep yola… o kuşlar’ı söylerken herkes neşeleniyor da ben yaprağın kaderi düşmekmiş derken hüzünleniyorum.
yaşar, yüzlerce kişi kendisini seyrederken beni gösterip “bu şarkıyı özel biri istedi, onun için söyleyeceğiz,” diyerek onu yazın dünyasına yeniden kazandıracağıma dair müjde verdiğinde gözlerimde görmek istediği gururu bu yüzden bulamıyor o gece.

o kadar hüzünlü ve terk edilmiş hissediyorum ki o gece, yaşar’ın sesi kulaklarımdan değil, kalbimden içeri giriyor, batıyor!

ancak “seni severdim… ve sana rağmen yine severdim!” dediğinde çocuklarımın beni herkesin annesi gibi değil de onların annesi olarak, tüm farklılığımla sevdiğinden emin huzur buluyorum.

“sen de her şey gibi yanımdayken, sen misin sen mi oluyorsun?” dizeleri geliyor aklıma sonra. onların yanındayken kimse gibi olmadığım için, ben olduğum için seviniyorum. ben ben miyim bilmiyorum… ama onların gözündeki “anne” figürü neyse, o kesinlikle ben oluyorum!

konserden çıkarken yaşar’ın söylediklerinin hiçbirinin sadece şarkı sözü olamayacağını düşünüyorum. yine… her bir harfine, tüm notalarına teşekkür ederek eve geliyorum. makyajımı sildikten sonra öpüp kokladığım yanaklarından aldığım heves beni sadece çocuklarımın annesi olarak değil, kelimelerin, cümlelerin gideceği yolların kılavuzlarından biri olarak da güçlendiriyor.

yaşar’ı benim gibi sadece kulaklarıyla değil, kalpleriyle de duyacak; okuyacak olanları düşünüyorum…

tabii, doğru tahmin! o gece de uyuyamıyorum…

5 şubat 2011 / istanbul

ezberim bozuldu



bu kitap bitmeden uyumayacağım, diyorum bazen. her sayfa ekranın üzerindeki imlece yeniliyor… bittiğinde kitabın ardından anlattıklarını hissedebilecek gücüm kalmıyor çoğu kez. parmaklarım uyuşmuş, belim iyice bükülmüş, sırtım kesinlikle tutulmuş halde kalkıyorum sandalyeden. uyumaya karar vermişken bile odanın içine yayılmış kahve kokusunun ezici baskısına boyun eğerek fincanımı alıp mutfağa seğirtiyorum. ben artık “kitap bitmeden” uyuyamıyorum.

kimsenin hayatımda birkaç sayfanın belirleyeceğinden öte yeri olamıyor. benim gözlerim çok yanıyor. klavyemdeki harflerin boyası silindikçe ben beliriyorum. ekran ışığı yüzüme yansıdığı için görünebiliyorum artık, bedeline hazırım. neye değersem!

durmaksızın parmaklarımın altında şekil alan harflerin içinde kaybolana kadar yazıyorum bazen. hayat çelişkisine peşin peşin “pes” dediğim halde benimle savaşmasına engel olamıyorum. dudaklarım konuşamadığı için taşıyor acıyan gözlerimden akan yaşları. oysa her seferinde ağlamıyorum. çünkü gözyaşları en çok dolgun dudaklara yakışıyor. konuşmayı unutan dudaklara…

sakladıklarım ne kadar derinse haykırdıklarım da o kadar sessiz. duyulduğunda bu yüzden şaşırıyorum. isteyip de yapamadığım hiçbir şey kalmayınca alacağım bu hayatın bana olan kininin hıncını. onun boşa savaşını böyle atlatacağım, kayıpsız… onun ganimeti olmasın son nefesim diye!

madem ki dinlemiyor ilk kaybımda çekildiğim siperden cılız yalvarışımı. kendisi bilir…

şimdi kimse bana demesin “olmaz, yapma!”

ikna olmuyor bu hayat, denedim. barışçıl değil, kendi halindekilere tahammülü yok. var olmayı istemesen bile yerini bilmeni emrediyor. bulunduğun yerden memnun değilse, savuruyor hatta!

ben sağlam durmayı yeni yeni öğreniyorum. tutunduğumu saklamayı… şimdi bana demeyin “bu böyle olmaz!”

nasıl ki çekildiğimde yok olmayı başaramadım, o zaman bu savaşı kazanmaya mecbur kaldım!

uyuşmuş parmak uçlarımdan saç diplerime kadar “ben”im artık… bir sayfa daha kalacak hep kitaplarımın bitmesine, yeni sayfalar hep az önce ya okunmuş ya henüz yazmışım. okunsun diye çabalamayı yaşamaya çalışmaktan daha iyi başarabiliyorum diye kimse suçlamasın beni!

beni içinde görmeyi bu hayatın ta kendisi istedi…

o zaman kusura bakmayın ama maalesef, kimseden izin almadan yaşıyorum.



veda

Benzeyen kaderlerimizin derinleştirdiği arkadaşlığımızın verdiği cesaretle ilk kez istedim senden burada birkaç satırlık yer İclal’im… içimdeki ayrılık sancısını kaderleri bizimkilere benzeyen okurlarınla da paylaşmak istedim.

Önce ve tabii ki hâlâ hayranın olarak, sonra da dediğin gibi, nerde olursak olalım hep yazarım ve arkadaşım olduğun için hiç ayrılmayacağımızı “biliyorum”, kuşkusuz eminim. Ama ben bugün derin bir ayrılığın eşiğindeyim. Bu yüzden her satır, her şarkı, her cümle, gözümün içine bakan her bir çift gözde ayrılık görüyorum. Hep her şeyi bir kalemde silip arkasına bile bakmadan çekip gidebilecekmiş gibi görünen ben, şimdi hayatımdaki tüm ayrılıkları bir bir düşünmeden gidemiyorum!

İki bavuluna giyecekten çok vazgeçemeyeceğini sandığı kitapları doldurup babasının evinden ayrılan da bendim evet, kendisine ait ilk evde aldatıldı diye o kitapları ardında bıraktığına üzüle üzüle çekip giden de! “Daha mutlu olacaksan kal onunla!” deyip kalbinin onarılamaz büyük kısmını İzmir’de bırakan da bendim, satırlarca, sayfalarca, defterlerce “seni seviyorum”a oracıkta nokta koyan da!

Evet… her avutulma cümlesinde duyulabilir: Hayat devam ediyor! Ölümden başka hiçbir ayrılık hayatın devam edip gitmesine engel olmuyor. Arkada kalanlar için ölüm bile hayatı durduramıyor.

“Soluğundan öptüm seni,” diyebilmek için bana şiir kitapları alan adam şimdi çocuklarımdan öpüyor beni; bileğimden, dudağımdan ayrı! “Bakma sen, siz ayrılamazsınız,” dediler defalarca… defalarca herkesi haklı çıkardık, yeniden birleştik. Şimdi anlıyoruz birbirimizden aslında daha ilk seferinde ayrıldığımızı.

Biliyor musun her ayrılık bana “Bundan sonra hiçbir ayrılık daha fazla canımı yakamaz,” dedirtiyor. En kötüsü ondan ayrılmak sanıyorum her seferinde! Geride kalanların sadece güzel anılar olduğunu sanabileceğim kadar uzak kalmayı başarana kadar sürüyor bu…

Şimdi de aynı hislerle ayrılıyorum. Babamın evinden sonra en uzun süre girip çıktığım kapıdan yarın sabah son kez gireceğim. Akşam çıkarken son kez ardımda kalacak Epsilon’un kapısı… Yine diyorlar, sen ayrılamazsın diye. Ama biliyorum, ilk seferindeki gibi değil; bu son ayrılığımız. Ellerim bu yüzden tedirgin, kalbim buna rağmen heyecanlı!

Tıpkı doğduğum ev gibi içinde ad bulduğum, büyüdüğüm ikinci yuvamdan çıkarken de bavulumda taşıdığım en ağır şey kitaplar… Sayfalarının arasında cesaretim.

Hayatım boyunca birçok şeyden ayrıldım İclal. Çok şey ayrıldı benden! En büyük ayrılık acısını abisinin ölümüyle tatmış bir küçük kız olarak her ayrılığın üstesinden gelmeyi çok önce öğrendim. Kaybetmenin acısından kurtulmayı da terk etmenin cesaretini de kitaplarda buldum hep…

İlk ayrılığımdan beri “Önce kitap!” dedim. Şimdi de diyorum tatlım…

Babamın evinden ayrılır gibi ayrıldığım yuvadan kendi minik yuvama gidiyorum. Önce kitaplarımı dizeceğim kendi raflarıma. Bir ayrılığımın daha acısını satırlarıyla sayfalarıyla Önce Kitap alacak. Her yeni sayfa hep “En derini bu,” dediğim ayrılığımın acısını hafifletecek. Hem daha çok yazacağım sonra, okuyacaksın. Yine hayat devam edecek.

Bir kez daha…

Ama istiyorum ki bu kez tek başıma demeyim “Önce Kitap” diye. Ayrılık acısı da dahil her derdi, yeni başlangıçlar da dahil her mutluluğu kitapların arasında yaşasın benimle birlikte herkes. Okudukları kitaplardan ayrılıp raflarına dizdikten sonra sırtlarına bakmasınlar, ayrıldıklarımızın ardından baktığımız gibi. Hayatlarının merkezi Önce Kitap olsun.

Yalnızlık hissetmesin mesela, sevgilisini buluşacağı yerde beklerken bile hiç kimse. O gelmeden Önce Kitap okusun. Tamam, terk etmesin kimse yuvasını ama tatile giderken mesela, bavuluna Önce Kitap koysun. Birinin hayatında güzel anılar bırakmak için hediye alması gerektiğinde herkesin aklına Önce Kitap gelsin istiyorum İclal…

Önce olduğu gibi şimdi de başarabilir miyim sence? Sonrama “Önce Kitap” kalabilir mi dersin?

kırmızı ayakkabım -2kadin.com'da

kadın kadını ayakkabısından tanır. hem de ilk görüşte!

topuğundan, çamurundan, renginden, aşınmışlığından anlar kadın kadının halini… elinde değildir, genindedir!

küçücük bir kızken ayakkabılar gösterip hangisini istediğimizi sordukları ilk seferde kırmızı ayakkabı isteyişimizden belli… kadın gücünü göstermek için ayakkabılarını kullanır!

çok şey yapabileceğimizin ispatı olmuştur ayakkabılarımız hep. her duruma uygun bir ayakkabıyı dolapta tutmadıkça içimizin rahat etmemesi de bundandır. “giyecek hiçbir şeyim yok” günlerinde bile ayakkabılarımıza güvenip kendimizi şık hissetmişizdir.

on santimlik incecik bir yüksekliğin üzerinde rahatlıkla duran, durmakla da kalmayıp yürüyen bir kadın her şeyi başarabilir. gökdelenler gibi katmanlı olabilir. taşıdığı ağırlığın farkında olan ayakkabıların içindeki bir kadın -kendinden daha uzun boylu olsa da- her erkeğe yukarıdan bakabilir.

ayakkabılarına hayran olduğu diğer kadınlar gibi olmak istediği için kimse bir kadını suçlamaz. kimse bir kadını sahip olduğu ayakkabıları sayıp itinayla sakladığını söylediği için kınamaz! aylık bütçe dışında kontrolsüz harcaması ayakkabı olduğunda bir kadının güçlü savunması da hazırdır…

bir kadının diğerine karşı üstünlüğü, hadi üstünlük demeyeceksek, birçok kadın arasındaki yeri, giydiği ayakkabıya göre belirlenebilir. şık kokteyllere sırf ayakta dururken kendine acı çektiremeyeceğini ilan edercesine giydiği düz ayakkabılarla gelen bir kadın, aynı zamanda kalıplara sıkıştırılamayacağını da göstermiş olur. buna rağmen her türlü etkinliğe -sportif gösteriler de dahil- topuklu ayakkabılarından vazgeçmeyerek gelen kadın da aynı izlenimi verir etrafındaki kadınlara. küçümsenemez, yadırganamaz… belki hayran olunabilir.

bir kadın bir kadının ayakkabısına bakarak sosyal durumunu, yaşam şeklini, hayata bakışını, hatta sevgilisinin olup olmadığını bile anlayabilir.

iç çamaşırı, çanta, takılar da bunu sağlayabilir sanıyorsanız yanılıyorsunuz. hiçbir şey ayakkabılar kadar kesin sonuç vermez!

ayakkabı modalar üstü bir şeydir. bir kadının modaya uygun diye herkesin giydiği ayakkabının üstündeki duruşu bile sadece kendisi hakkında çok ipucu verir.

misal; nereden olduysa moda olan şu çirkin ugg’lar. bazı kadınlar o çirkin şeyleri asla giymeyeceklerini söylerken hayata karşı duruşlarını da açıkça gösterirler. ama giyenler de onların içinde ne yaptıklarını net olarak açıklarlar. inanmıyorsanız ugg’ların incecik bacakların alt yarısına bile gelmediğinde nasıl, dizlerin arkasına kadar ulaştığında nasıl durduğuna bir bakın!

hiçbirimizin kendimizi göstermek, sunmak, açıklamak, ifade etmek ya da saklamak üzere giydiğimiz ayakkabılara çılgınlar gibi para harcaması gerekmiyor. her kadının kendi ayakkabı bütçesi onu anlatır. olduğu gibi…

kadın kadını ayakkabısından tanır!

tanımakla kalmaz, anlar…

anlar kadın, kadının topuğu yana doğru kayan ayakkabısının da tüm yorgunluğuyla bedenini taşımaktan nasıl yıprandığını…

bir kadın birçok kere bakışlarıyla anlatamadıklarını ayakkabılarının üstünde duruşuyla anlatır!

neden aşık olduklarımız bize aşık olmazlar?

neden âşık olduklarımız bize âşık olmazlar? çünkü sevilirken sevmek zordur!

sevilenin uğraşması gereken bir sürü şey olur sevilirken… ilgiyi sürekli üstünde tutmaya çalışacak, o olmadan sevenin nefes alamaması için uğraşacak, her görüldüğünde kendisinin akla gelmesini sağlayacak anılar yaratılacak, falan filan!

sevilen olmak sevmekten daha zordur aslında. birinin size âşık olmasıyla alacağınız sorumluluk çok fazla olur.

gözlerinizin içine baktığında her seferinde erimesini sağlamak zorunda kalırsınız bi defa! elini tuttuğunuzda da titremesi lazım her seferinde… her ağzınızdan çıkana da hayran olması lazım sizi sevenin. siz olmadan bir an bile yaşayamayacakmış gibi hissetmesi, özlemekten uyuyamaması, kıskançlıkla çıldıracak gibi olması gerekir!

sevilmek çok zor şeydir…

oysa sevmek o kadar kolaydır ki! birinin size sadece bir an için bile olsa herkesten daha ilgili bakması, düşündüklerinizi, fikirlerinizi önemsediğini göstermesi, hatta aynı fikirde olduğunu söylemesi yeter. bazen bunlara bile gerek kalmaz… o amaçla bakmasa bile siz kirpiklerinin arasında gördüğünüz iki renkli boncuğun sadece size bakmak için yaratıldığına inanabilirsiniz. onu sevmeniz için başka hiçbir şeye gerek kalmaz.

elleri uzandıkça ruhunuza batar, o eller hep uzanır da bir türlü dokunamaz. sevmek çok zevklidir, tutkusu baş döndürür anlayamayız sevildiğimizi… nasıl sevildiğimizi hiç anlayamayız!

bizim için edilen yeminlerin, yollanan çiçeklerin, birlikte dinlenen şarkıların, seyredilen filmlerin muhteşem değeri, bir gün sıradan bir şeyin eksikliğini hisseder etmez silinebilir! yüzünüzü yıkamak için girdiniz banyoda aynaya yapıştırılan seni seviyorum notu o günü büyülemeye yeter de, diş macunu ortadan sıkıldığı için aynı banyoda başka gün kıyametler kopabilir!

sevmek o kadar mutlu eder ki, sevilmenin gereklerini yerine getirmek gittikçe zorlaşır. sevmek kolaydır da sevmeye devam etmek zordur!

hem sevilenler korkar sevmekten! sevildiği gibi sevememekten korkar… aynı şeyleri hissettirememekten. karşılıklı hisler bu yüzden tehlikelidir. sürekli kıyaslanır. hiçbir sevilen sevildiği gibi sevemez. hep bununla suçlanır.

sevilen sevildikçe, çok sevildikçe aynı şekilde sevememekten suçlanıp durdukça bir daha asla sevmemeye yemin edecek hale gelir!

bu yüzdendir sevenlerimizi bir türlü sevemeyişimiz.

bundandır bir türlü sevdiğimiz gibi sevilmeyişimiz…

kuş onlar... (iclal aydın'ın köşesinde 25 ocak tarihinde yayınlanan yazı)

İkisi de birbirlerine iyi gelmekten başka bir şey istemiyorlardı... Bu yüzden adam kadını iş çıkışında alıyor, bu yüzden birlikte yemek yiyorlar, birlikte yürüyüp kitapçıları dolaşıyorlardı.

Elleri aynı kitaba uzandığında ya ikisi de henüz okumamış ya da ikisi de okuyup çok beğenmiş oluyorlardı.
Seyrettikleri de görmek istemedikleri de aynıydı. Konuşacak çok şey vardı ve aynı dili konuşanların anladıklarından öte anlıyorlardı birbirlerini... Bu yüzden uyumak zor geliyordu birlikte! “Konuşuyorlardı...”

Kadın temkinliydi. Dili yanmış kendini korumayı öğrenmiş, yerini bir adamın yanında değil de tek başına bulmuştu. Kendine yalan söylüyordu: “İhtiyacım yok bir ilişkiye, eğlenelim sadece...”

Adam sabırlıydı. Canı acımış, kendini saklamayı öğrenmiş, yanında olma hevesini önüne geçme hırsına sürükleyen kadınlardan yorulmuştu. Kadına yalan söylüyordu: “Mutlu olmak bu saatten sonra tek isteğimiz olsun...”
Hayata dair dertleri de küçük mutlulukları da birbirine benzeyen bu iki insanın tesadüfleri de birbirine çarpıyordu. Öyle şaşırtıyordu ki bu tesadüfler, adamın paylaşmak istediği her şeye kadının yüreği açıldı birdenbire... Engel olamadı. İkisinin de okumak istediği Hakan Bıçakçı’nın Karanlık Oda’sı soğuktan kaçıp biraz ısınmak için girdikleri Mephisto’da bir tanecik kalmıştı, kadın son kitabı alıp adama hediye etti. Paul Auster’in yeni kitabı çıkmıştı, mutlaka alınmalıydı, adam kadına aldı. Birlikte yeni bir Karadeniz lokantası keşfettiler...
Tüm bunlar olurken İstiklal’in girişindeki Fransız Konsolosluğu’nun önündeki ağaçta kuşlar çılgın gibi ötüyordu. Önce bir etkinlik nedeniyle kuş seslerinin yayınlandığını sandılar. Sonra kadın “Gerçek kuş bunlar!” dedi heyecanla “Kış günü, üşümezler mi?”Adam onların sığırcık olduğunu söyledi. Tek istekleri olan mutluluğu birbirlerine vermeye çalışırken o kuşlar günlerce öttü...
Kadın bu kez böyle mükemmel bir adamı hak ettiğine inandı! Kendisine izin verdi, onu özlemek için... Ne zaman çılgın gibi yüzlerce sığırcığın öttüğü ağacın önünden yalnız geçse adamı aradı. “Saksağanlar yine aynı ağaçta ötüyor ve seni özledim,” demek için...

Adam kadının kendisine kapıldığını anladı! Korktu, çok sevilmekten... Kadının aradığı telefonu açmadı. Mesajına “Saksağan değil onlar, sığırcık,” diye yazarak cevap verdi.

Kadın mesajı okuduktan sonra yürümeye devam etti... Adam için almak istediği eski bir kitabı sahaf arkadaşlarından biri bulmuştu, onu bekliyordu. Telefonu elinde, üşüyerek yürüdü... Sokağına girdiği sahafın gramofonundan bir Gönül Yazar 45’liğinin sesi yükseliyordu: “Çapkın kız çapkın kız benim adım çapkın kız... Aşk yalan inanmam...”

Bir “mutluluk” hevesini daha işte o an öldürdü. Ama Fransız Konsolosluğu’nun avlusundaki ağaçlarda ötüşen yüzlerce kuş hâlâ korkusuzların yüreklerini aşka heveslendiriyor. Evet... hâlâ, bu kış gününde!

her neyse işte...

"biraz gevşetebilsem göğüs kafesimi/dokunup durdurabilsem attığın yeri/boşalttığın yere ne koyduysam dolmuyor/dakka başı bir of içimden hiç eksik olmuyor"

der şarkı...


içim daralıyor... ruhum! hayatımın avucuydun. ellerinin arasındayken yüzüm, her şey düzelir, yerim orasıdır, kimse çekemez beni ellerinin arasından sanıyordum. o kadar inandım ki doğru yerde olduğuma, o avuçların arasına iki tane eşsiz benzersiz mükemmel bebek bıraktım. onlar da ancak o avuçların arasında "kendi yerlerinde" olabilirlerdi.
sadece avcundaki beni sevdim, kendimden hiç memnun değilken. ne aynada ne yastıkta ne de bir fotoğraf çerçevesinde güzel oldu yüzüm ellerinin arasında olduğu kadar! hâlâ değil...

ama…

"bir şiir olamadım, kafiyene uyamadım/sen kaçtın ben kelime bulup seni tutamadım/ boşalttığın yere ne koyduysam dolmuyor/ koşmak istesem de sana hayat beni geri çekiyor"

da der şarkı...


beni senden iyi kimse bilmez: yalanlarımı; kendime bile söylediğim... hayallerimi; kimsenin anlayamayacağı coşkuyla... umutlarımı; çabucak vazgeçtiğim kendime hak görmediğimden... kimse anlamaz senin kadar, senin gibi. ben'i bilirsin sen!
başkasına izin vermem! çünkü ne kadar tanırsa o kadar yok etmeye uğraşır insan karşısındakini... kimse bilmesin; kendimin kalayım. o kadar kimsem yok ki!...

sen olursun; hem benim olursun, hem senden başkasının olmayacağımı gösterirsin sanmıştım…

şimdi anlıyorum, çocuklarım kimsesiz olmasın diye kimsenin olmamam lazım! senin bile…

ama…

aynı şarkıda

"her neyse işte, özledim seni... o kadar"

da der!...


ben de özlüyorum… ruhum özlüyor. beynim, ellerim, heveslerim, gözlerim…

ama o kadar!

ruhuma geçecek diyorum… beynimi sürekli çalıştırıyorum, boş anım kalmasın, aklım lazım. ellerim dolu değilse bil ki benim değil. heveslerime farkında olmadan sızıyorsun, kovuyorum son anda, olmaz!

gözlerimin içine sen girince ağlıyor, hiç susmadan!

beni sadece üzüyorsun...

sanki bitmiş yaşatabileceğin mutluluklar, sanki kalmamış senle güzel günümüz birlikte, bitirmişiz hepsini… sadece özleyebiliriz artık! biz kalmamış bizim için… illa başkasıyla, başkasının olmasak bile…

ama… hâlâ…

her neyse işte!

zaten böylesi hayat nereye kadar?
ben de özlüyorum. ruhum özlüyor. beynim, ellerim... heveslerim, gözlerim...
ama o kadar!
ruhuma geçecek diyorum... beynimi sürekli çalıştırıyorum, boş anım kalmasın, akılm lazım! ellerim dolu değilse bil ki zaten benim değil... heveslerime farkında olmadan sızıyorsun, kovuyorum son anda, olmaz!
gözlerim sen içine girince ağlıyor! hiç susmadan!
beni sadece üzüyorsun...
sanki bitmiş yaşatabileceğin mutluluklar, sanki kalmamış senle güzel günümüz birlikte, bitirmişiz hepsini... sadece özleyebiliriz artık!biz kalmamış bizim için... illa başkasıyla, başkasının olmasak bile!

ama...

hâlâ seninle evliyim!
var mı önemi peki?


http://www.vimeo.com/7525442

sandım sadece…

sandım ki sıra bana geldi.

sandım ki iki omuz arasındaki yerim artık belli… sarılacak, dahası saracak! bana bakarken gülümseyip gülebileyim diye gamzeleriyle ısrar edecek de birlikte gülebileceğiz.

sadece sandım… güvensizliğim kendimeyken vazgeçmeyip ona güvenmemem için bir sebep olamayacağına ikna edecek de birbirimize yaslanabileceğiz.

sandım ki o bendim!

ellerimden kayıp gidenlere inat elini uzattığı, dediklerime değil sadece bana uzanmak için yanıma yaklaştığı, düşündüklerimin illa benim dediğim gibi olmadığını anlattığı zaman onu hiç sorgulamayacak kadın artık benim sandım. sandım ki soru işaretlerimin tümünü alacak, yerine bir sürü tatlı virgül koyup son noktaya kadar oyalayacak beni… sandım ki bendim artık o kadın!

ben sandım ki…

sadece şehvetle değil, şefkatle de sevebileceğim artık. ancak kendimden verirsem paylaşılabilecek şeylerimiz olur diye düşünmekten vazgeçebileceğim… benden alabileceklerini değil, benimle olabilecekleri düşünen birini hak ettiğimi sandım. ben sandım ki… birazı da benim bu hayatın.

sadece sandım!

bi de inanabilseydim… keşke raflarına birlikte dizeceğimiz kitaplara bakınca aklına geldiğimde saat kaç olursa olsun beni arayacağına, hakkımda merak ettiği her şeyi öğrendiğinde benden bıkmayacağına inanabilseydim. inansaydım onunla olduğum her anın onun olmama yol açacağına… benimle olduğu her an biraz daha benim olacağına. böylece biz’e inanacağıma…

sandım ben.

hep sandım.

her şey fazla iyiydi, bi türlü inanamadım.