Günahlar


Giriş

Ezan okunuyor.

Eminim bu ülkedeki hiç kimse onları ibadete çağıran bu sesi benim kadar sabırsızlıkla dinlemiyordur. Ne ibadetlerine başlamak için ne de heyecanla yaptıkları neyse devam etmek için. Belki de kanıksamış kulakları Allah’ın yakarmaya davet ettiğini hatırlatmak isteyen bu sesi duymuyordur bile.

Çünkü kimisi sokak ortasındaki hararetli tartışmasını ezana rağmen kesmeyen çiftin çıkardığı gürültüye ezandan daha ilgili. Kadının tükürüklü çığlıkları camiden gelen sesi rahatlıkla bastırır. Adam ruhundan uzaklaşmak üzere gibi; bedeni gergin. Elleri ancak yumruğa dönüşerek olmaları gereken yerde durabiliyor.

Kadın ezanla aynı anda susuyor. Adamın yumruk elleri havaya hiç kalkmadan ezan bitiyor.

Beklediğim buydu… Sabırsızlıkla!

Çünkü ezan nasıl herkesi ibadete davet ediyorsa, vakit de beni öyle günaha davet ediyor. Ruhum parmak uçlarımdan sızarak havaya karışmak istiyor. Sanki bedenime ihtiyacı yokmuş gibi…

Günün son ezanı. Türkiye’de kaldığım on yedi gün boyunca her gün bu vakitteki ezanın bitmesini bekledim…

Yazın tam ortasında burada ancak bu son ezandan sonra tamamen gece! Günahlarım ancak bu vakitte saklanabiliyor.

Kargaşayım ben!

Çiftin dudaklarından dökülen huzursuzluğun çevrelerindeki herkesin merakına yayılması gibi, ben de ayrıldıkları sokağa yayılıyorum.

Kadının ardından!



Kadının Ardından

Karşısındaki adamın gözlerinde çaresizlik bırakan kadının bıkkınca salınan kalçalarının ardından yürüyorum. Bacaklarım dizlerimi rahat rahat bükebiliyor. Ayak bileklerim yoldaki girintili çıkıntılı döşemeye akıp yayılma isteğime uyarak neredeyse sürünür gibi yürümemi sağlıyor. Sert zemine basıyor değilim; ayaklarım yolu emiyor…

Ve kadın ardında olduğumu fark etmiyor!

Onu, çaresiz bırakıp şiddeti düşündürttüğü adama bağırdığı andan beri istediğimi de bilmiyor. Hırslı, hızlı adımları yavaşladığında ben de esnediğini görebilecek kadar yakınına varmış oluyorum. Sokak lambalarının seyrekleştiği, karanlığa rağbet etmeyenlerin çekilip ıssız bıraktığı yolun ona yetiştiğim kısmında bir kez daha esnediğini görmekten rahatsızım. Sanki sadece yirmi dakika önce etrafını umursamayacak kadar sinirlenirken normal olmadığını kanıtlamıştı. Şimdi gayet insani bir hareketle normale dönüyor. Evine girdiğinde hiçbir şey olmamış gibi uyuyabileceğini anlamaktan hiç hoşnut değilim.

Esnemesi ne kadar insaniyse umursamazlığı o kadar şeytani.

Yanına iyice sokulduğumda bedenim sağını, kolum sol omzunun üzerinden boynunu kavrıyor. Her şeyiyle kendisine ait bir kadına sokakta, ardında yürürken aniden sarılıveren bir adam gibi…

Zaten o da boynunu kavrayan koluma bakmak için başını soluna doğru çevirirken tek kelimesini öğenemediğim kendi dilinde az önce tartıştığı sevgilisinin adını anarak bir şeyler söylüyor. Adamın adını kavga ederken de bağırarak söylediği için anımsıyorum. Sağına dönmek için başını çevirdiğinde son sözlerini duyuyorum. Benim sevgilisi olmadığımı anladığı an ölüyor. Son sözleri beni hiç etkilemiyor. Ölmek üzere birinin son sözleri değil çünkü… öleceğini hiç düşünmezken, birdenbire, aniden ölüyor.

Boynuna sapladığınım iğneyi çıkarıp kadına daha sıkı sarılıyor ve adım atmadığını kimsenin anlayamayacağı kadar kavrıyorum belini.

İncecik… Hatta o kadar ince ki yarım saat önce ezan sesini bastıracak kadar bağırabilmiş olması bile şaşırtıcı geliyor.

Huzursuzum.

Bu huzursuzluk o kadar kaygan ki dengemi kaybetmekten korkuyorum. Bacaklarımın dizlerimi, ayaklarımın yolun çetrefilli taşlarını reddedeceğinden korkuyorum. Huzursuzluğum kadının ensesinde düzensizce, önemsemeden topladığı saçlarından kayabilmek için yer arıyor. Saçını öylesine toplayan tokayı çıkarıp yere atıyorum. Kadının omuzlarından aşağı akan saçlarıyla huzursuzluğum aynı anda aşağı doğru kayıyor.

Ensesine değen saçlarından yayılan kokuda kadının hâlâ yaşadığından korkutan bir ferahlık var. Yaz gecesinden beklenen ter kokusunu duyamıyorum. Oysa on yedi gündür burada dört kilo verecek kadar terledim. En son yirmi yaşımdayken bu kiloda olduğumu hatırlıyorum.

Buraya gelmeye karar verdiğimden bahsettiğimde arkadaşlarımın methettiği Türk yemeklerine yanaşmam mümkün değil. Patlıcanın, biberin en ağır soslarla kızarmadığı bir yemek yok gibi. Bense servisteyken bile bu tarz bir yemeği görmeye tahammül edemiyorum.

Türkiye’de bolca salata, balık ve uzun uzun kahvaltı ettiğim menülerden faydalanabildim sadece. Dolayısıyla sağlıklı beslendim. Dolayısıyla eskisinden de iyi görünüyorum.

Kollarımdaki kadın yaşıyor olsaydı hayır diyemeyeceği bir erkek olduğumdan emin, nereye doğru gittiğini bilmediğim sokağın geldiğim; bildiğim yönüne dönüyorum.

Sadece iki bacağın hareket verdiği bu iki bedenin yorulanı olarak nereye kadar gidebileceğimi bilmediğim için etrafta sakin bir kuytu olup olmadığına bakınıyorum dikkatle.

İstediğim tek şey itirazsız bir öpücük. İtirazsız ve sakin… ilk sokak lambasının altında itaatkâr kadınımın son nefesini verdiği dudakları aralıyorum. Ne sevgilisinin kadının sandığı gibi arkasından gelmesinden korkuyorum ne de başkasının bizi görüp ayıplamasından… zaten böyle ıssız bir sokakta öpmez de ne zaman öper sevgilisini bir adam?

İkinci uzun öpücük için can atsam da ayakta zorlukla tutabildiğim kadının çirkin yüzünü seyrediyorum biraz ışığın altında. Saçlarını alnından geriye doğru tarıyorum parmaklarımla. Ferah şampuan kokusu burnuma çarpınca daha fazla dayanmamın zor olduğunu hissediyorum. Avuçlarım terliyor.

Huzursuzluğumu geri istiyorum.

Neden bu sokaktan kimse geçmiyor? Sevgilisi neden kadını sakinleştirmek, barışmak için ardından gelmedi? Neden bu kadar sessiz gece?

Aniden havlamaya başlayan bir köpek, gitarın sadece bir teline sertçe basıldığında çıkan ses gibi bir ses çıkarmama neden oluyor. Ses boğazımdan değil aklımdan çıkıyor! Kadını daha çok istiyorum. Kımıldamayan dudaklarını davet edercesine ıslatsa beni böyle etkileyemezdi. Aşağı doğru kayan başını ensesinden tutarak doğrultup biraz daha öpüyorum. Nefesinin bana eşlik etmiyor olması daha da kışkırtıcı! Nasıl istersem öyle öpüyorum. Dudaklarım ıslanıyor, kadının ağzı kanıyor…

Kadının ölüyken bile bana bir şekilde tepki vermesine tahammül edemiyorum. Kafasını sokak lambasının direğine vurarak hınçlanıyorum.Ensesinden iyi kapatılmamış bir musluktan akar gibi kan akıyor… ellerimin ıslanması hoşuma gitmiyor. Kadını bırakıveriyorum.

Köpeğin çığlık attığını sanıyorum. Havlaması ulumaya değil, sanki çığlığa dönüşüyor.

Burdan gitmeliyim… Burda işim bitti!

Bıraktığım anda yığılıyor kadın… öyle çirkin ki. Onu orada öylece bırakıp sokağı bitiriyorum, adım adım. Her bir adım bir sonrakinin önüne geçmek için can atıyor. Elimde değil, içime bir sevinç yayılıyor, huzursuz olmam gerektiğini düşünsem de. Ama şimdiye kadar yakalanmadım. Hiç… Bu durumun garip olduğunun farkındayım, ama öldürdüğüm kadınlar hakkında hiçbir haber çıkmadı gazetelerde. Kimse onların öldüğünün farkında değil sanki. Yine de yarın akşam İstanbul’dan ayrılmaya karar veriyorum. Bu ‘son’du! en azından onun sonu…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder