“Keşke korkmasaydık bu ilişkinin gideceği noktadan. Keşke iyi geldiği kadar acıtsa, yaksa bittiği zaman. Yaşadık, acıdı, diyebilseydik, hiçbir şey yaşamamış gibi, etkilenmemiş gibi yapacağımıza.
“Bir sürü keşke’m var benim. İyi ki’m ol sen…” demişti kadın adama.
Adamın kendinden beklenmeyen, iç burkan, bulandıran cevabı açık, çarpıcıydı:
“Korkularımı evcilleştiremem!”
Kadın korkutan varlığının; denge bozan, sürekliliğinden çekinilen varlığının başka kimlerin keşke’sine sebep olduğunu düşündü. Keşke’lerine…
Bacakları, kolları uyuştu. İçinde, korkuttuğu adamların nefesleri, parmaklarının ucu karıncalandı. Kendini bırakmaya zorladığı halde, gitmesini istediği adamların ellerini hissetti parmak aralarında. Neden sonra kendi yumruğunu sıktığını anladı; eklemleri bembeyaz olana dek.
Tüm gücünü kendisini korumak için harcamasaydı neler olabileceğini, nerde olabileceğini düşünmek istemedi. Ama engel olunması çok güç bir şey aklını kendinden izinsiz kontrol ettiğinden, ilk aşkından şimdi karşısında duran adama kadar sürüklendi… sürüklendi. Kalıntılarıyla yol oluşturan küçük akarsular gibi kala kala nerelere aktığını düşündü: Bilmeden neler bıraktığını! Bilerek nelerden vazgeçtiğini…
Uzanıp öptü adamı, “Sakın evcilleşme, ayrık kal! Şaşırt, boz beni… ne olacaksa burada, bu güneşin altında, huzur çarparken olmasın! Aklıma ihtiyacım var,” dedi kadın.
Adam koltuğundan kalktı, bacaklarını uzun süreden beri oturmaktan rahatsız eden kaslarını gerdi, gökyüzüne uzandı. Açılan tişörtünden görünen göbeğine uzanmak istedi kadının dudakları. Adam bunun farkında olmadan güneşin bir iki saniyede ısıttığı dudaklarını kadının dudaklarına yasladı. Nefes almadan, konuşmadan, hiç hareket etmeden birbirlerinin dudaklarına yaslandılar. Kısacık bu duruştaki desteği hem aldığını hem de verdiğini hissetti kadın. Cevap vermek için ne şehvete ne de sevgiye gerek duydu. Aynı anı bir daha, bu kez kendi uzanarak yaşatmak istedi. İki dudak birbirine bir kez daha sadece ‘değdi’.
Birbirlerinin hayatlarına değdikleri gibi… İç içe girmeden, dahil olmadan, karıştırmadan, ezmeden, acıtmadan! Değdiler birbirlerine. Kadın adama hiç “Neden geciktin?” demedi. Adam kadını hiç eleştirmedi okumadan uyuyamıyor diye. Kimse kimseye karışmadı. Birbirlerine durdukları yerden değdiler. Kendi yerinde, yerli yerindeydi her şey. Kimse kimseye “Beni benden aldın,” demedi…
Yine yerine geçti adam, garsona uzattığı elinin parmaklarındaki tava yanıklarına baktı kadın. Bir gece önce birbirlerine parmaklarındaki yaraları gösterip nasıl oluştuğunu anlatırken farkında olmadıkları, ihtiyaç hissedip anlamlandırmadıkları duyguların arasındaki şefkat ikisinin dışında herkese parlamıştı. Oysa adam kadına sadece, “Daha dikkatli olmalıydın,” demişti. Kadın adama, “Bu parmağındaki daha kötü görünüyor.” Öpmemişti yarasını adamın, merhem önermemişti, oluşturan kazaya şaşırmamıştı. Var olanı kabullenmenin zorunluluğu yansımıştı sadece adama. Nasılsa ikisi de ‘geçeceğini’ biliyordu.
Yaklaşan garsona gülümsedi adam, kadının gözlerinin içine bakarak, “Kahve?” dedi sorar gibi.
Kadın kafasını bile sallamadan, adam garsona iki sert sade kahve istediklerini söyledi. Garson uzaklaşırken telaşla yerinden kalktı adam. Dört adım sonra garsona yetişip bir şeyler söylediğini yan masadakiler gördü. Kadın adamın nereye gittiğine bakmadı bile. Çünkü nereye gidiyor olabileceğini düşünmemişti; biliyordu.
Garson kahvelerle birlikte kadının çok sevdiği bitter çikolatadan da getirmişti. Adamın dışarıdan almasını istediği çikolata için garsona ayrıca para vermek üzere kalktığını biliyordu masadan. Kadın bir yudum kahve aldıktan sonra çikolata paketini ağır ağır açarken adamın ona bakmayan gözlerine baktı. Bacağını hangi sıkıntısını bertaraf etmek için sallayıp durduğunu düşünmedi. Ağzına bir parça çikolata aldı. Dilinin etrafında dolanan çikolata yüzünden geveleyerek, “Yanaşsana biraz,” dedi adama.
Sandalyesini yerinden doğrulmadan, poposunu hafifçe kaldırarak kadınınkinin yanına çekti adam. Sonra ellerini masaya dayayarak kadının boynuna, saçlarının arasına uzattı burnunu… Koklarken aldığı nefes kadının boynundan adamın genzine güneşin ılık tadını taşıdı. Biraz daha koklasa sarhoş olacakmış gibi kapattı gözlerini adam, kadın da gözlerini kapatıp yüzünü güneşe doğru döndü. Boynunda kendisini gıdıklayan adamın dudaklarına uzandı sonra, ağzındaki çikolatanın henüz erimeyen parçasını onun ağzına aktarana kadar dilini tatmasına izin verdi… ikisinin de yaralı parmakları dolandı birbirlerininkine.
Buna ne kadar devam edebileceklerini bilmiyorlardı. Saatlerce belki, ayrılmaksızın! Ama kadın kendisini ‘herkesin içinde’ öpmekten çekinmeyen bir adama alışık değildi. Tedirginliği adamı durduruyordu.
Yan masadaki kırmızı tişörtlü adamın kahvaltısını kurcalayan çatalı yere düşerken kulaklarını çınlatmasa bu kez daha uzun sürebilirdi. Gözlerini açamadan ayrıldılar birbirlerinden, adam parmaklarını ayırmadı kadının avucundan. Burnunu hâlâ kadının saçlarını koklar gibi çekti. Ellerini bırakmadan fincanlarına uzandılar. Adam fincanını kadına doğru uzatarak yudumladı kahvesini. Kadın fincanın üzerinden adamın saçlarındaki buklelere baktı güneşten yemyeşil olmuş gözleriyle.
Aralarında başlayanın sürmesi gerekmiyordu, tıpkı bitmesi gerekmediği gibi. Adlandırmak istemedikleri ilişkinin içinde yer almaktan memnun, batmayan, çizmeyen, sarsmayan; yutmayan, kavramayan, bu aidiyetin tadını çıkarıyorlardı. Ilık bahar güneşi gibiydi onları çevreleyen. Sıcak ama terletmeyen!
Kadın, ‘Acaba ne zaman bir eksiklik hissedeceğiz?’ diye düşünmüyor değildi. Ama ne kadar düşünürse düşünsün bu adamın kendisini sevdiğini göstermesi için bir şey yapmasını isteyebileceğini sanmıyordu. ‘Beni seviyorsa böyle davranır,’ diyebileceği bir durumla karşılaşabileceğini sanmıyordu. Bununla yüzleşmesi de gerekmiyordu öyleyse… rahatça bırakabilirdi kendini adamın dudaklarına, kollarına. Adamın gölgesine ihtiyacı yoktu, ama serinliği iyi geliyordu.
Adamsa aklında kalanlar önünde uzananlardan daha derin olduğu için rahattı. Ona göre yaşadıklarından farklı olsa da yaşayacakları, ne ağırlığı ne de yoğunluğu kendisini şimdiye dek sarsıldığı kadar sarsamazdı. Hazırlıklı hissediyordu kendisini yanındaki kadına, ardındaki kadınları unuttuğu kadar. Uzaktan gördüğü, ama kim olduğunu seçemediği her sarı saçlı kadını bir önceki sevgilisine benzetse de, etli dolma kokusu elleri tombik sevgilisini hatırlatsa da, yanağında iz bırakan kazada yanında tartıştığı o kadını aynaya her bakışında küfürlerle ansa da, ilk aşkını her mimiğine kadar tekrar tekrar anlatabilecek kadar ezberinde tutsa da, her birini unutmuştu. Gözlerine uzanmak istediği kadına hazırdı. Kahvesini çikolatayla sevişine, utangaçlığına, hevesine, hüznüne hazırdı.
“Gidelim mi?” diye sordu kadın.
“Nereye?” diye sormadı adam. Kadının da bilmediğini biliyordu.
Garsonu hesap istemek için çağırdı. Ellerini imza atar gibi yaptığında kadının gözleri parmaklarının yanan yerlerindeydi.
Diğer elini uzattı kadına adam. ‘Bakma, daha iyi,’ der gibiydi.
Sıcaktan bunalmayı özlemiş halde bahar taşıyan pardösüsüne sarındı kadın. Adam onun üşümeyi de giyinmeyi de sevmediğini biliyordu. Bir iki saat önce öğrenmişti. Sıcağa bu kadar hevesli bir kadının sarınmaya bu kadar ihtiyaç duymasında şaşılacak bir şey yoktu. Ama kadının beline sarılmak için her uzanışı adamı çileden çıkarıyor, kadını bir yere yaslayıp omuzlarına bastırmamak için kendini zor tutuyordu. Hatta bazen kendini tutamayıp kadını bu şekilde defalarca öpmüş, nefessiz bayılmak üzere bıraktığı kadının kızaran dudaklarından utanmasına sebep olmuştu.
Adam korkuyordu. Alışmaktan, huzurdan, dengeden, kadının kendine göre sevip sevilmeyi beklemeyişinden… ve buna izin verecekti. Korkmaya hazırdı! Alışkanlıklarından vazgeçmek konusunda deneyimliydi. Vazgeçebildiği her şey onu güçlendirmişti. Buna da hazırdı. Ama korkmadığını söylemek aptalca olurdu. Canını yakacağını bile bile dalıyordu kadının gözlerinin derinine. O derinde boğulacağını, yutkunamayacağını, nefes alamayacağını, boğulacağını biliyordu. Hazırdı!
Ellerini kadının pardösüsünün altından beline doladı. Pantolonun kıvrımından içeri doğru birazcık soktuğu parmakları kadını ürpertti. Dudaklarını uzattı adama, ağzında yine bir parça çikolata vardı.
Denizin kokusu çağırdı yanına karmaşa dolu çifti. Aynı yöne doğru yürüdüler konuşmadan. Güneş saçlarını ısıtıyordu ikisinin de. Kadın saçını tutturmak için arasına soktuğu kalemi çıkarınca saçları dağıldı. Hafif rüzgârın dalgalandırdığı saçlarından elmalı şampuan kokusu yayıldı, adam kadının boynuna bir kez daha uzandı. Kadının teninin tadı ve boynunda saklanan kokusu adama huzur veriyordu. Sanki huzur maddeymiş gibi, ellerinin, dudaklarının arasındaymış gibi…
“Bundan vazgeçmek zor olabilir,” dedi.
“Elmalı şampuandan mı?” diye sordu kadın gülümseyerek. Dişlerini birazcık gösteren bu gülümsemede dudaklarının aldığı şekil adama kalbinin nerede olduğunu hissettiriyordu.
“Çok tatlısın, biliyorsun değil mi?” dedi adam. “Laf olsun diye değil, gerçekten bir tadın var. Dilimde eriyen, içime dolan bir tadın var. Şunun gibi diyemeyeceğim, ama benzerini bulsam senin gibi diyebileceğim bir tat. Anlıyor musun? Biraz mayhoş, ekşi değil… ama serin bir tat. Nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum.”
“Erik gibi mi?” diye sordu kadın. Huzursuzdu; yer etmekten, değer bulmaktan, dengelenmekten korkuyordu. Adamın aksine korkmaya hazır değildi.
“Eriğin tadı senin tadına benzeyebilir belki, ama hayır. Sen erik tadında değilsin. Başka bir şey. Dedim ya, şunun gibi diyemem.”
Gülümsedi, nazlandı kadın… Hiçbir şeyi ciddiye almamaya kararlı, nefessiz, huzursuz, duygusuz, şehvetin arkasına saklandı. Elini adamın pantolonunun arka cebine soktu ve adımlarını onunkine uydurdu. İkisinin de sağ bacağı aynı anda öne adım attı. Sıra sol ayağa geldiğinde yine senkronu tutturdu kadın. Onun bu uyum çabasına küçük bir zıplamayla karşılık verdi adam. Dengeyi bozmanın kendi elinde olduğunu anlatmaya çalışır gibi. Bir şeye gerek yoktu. Kendisine ayak uydurulamayacağını anlatır gibi. Kadının uzun tırnaklarını adamın avucunun içine batırmasıyla son buldu bu oyun. İkisi de kendi yollarıyla baş edilemez olduklarını gösterdiler birbirlerine. Uymaya gerek yoktu. Denge şart değildi. Aynı anda aynı yerde olmaktan öte hiçbir şeye ihtiyaçları yoktu.